Ece Erdoğuş’un yeni kitabı “Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?” İletişim Yayınları etiketiyle geçtiğimiz günlerde kitapçılardaki yerini aldı. Yazarla yeni kitabı üzerine sohbet ettik. Kitabın ana karakteri Jaklin’in deliliğini, üst-kurmacayı, Tezer Özlü’yü, Sevim Burak’ı, Leylâ Erbil’i konuştuk. Edebiyatseverler için yeni kitap tavsiyesi de aldık…
İlk olarak ana karakter Jaklin’le başlamak istiyorum. Nereden çıktı bu karakter, okuru böyle bir delilikle tanıştırma fikrinin kaynağı nedir?
Deliliğe düşkünüm, en çok bununla ilişkilendirilebilir sanıyorum. Aslında bu ‘delilik’ kavramı günümüzde, kitapta farklı bağlamlarda sözünü ettiğim gibi içerik değiştiren kavramlardan. Psikiyatrik rahatsızlık anlamında kulanıldığında olumsuz, kaçınılası bir halken, çılgınlık bağlamında ‘cool’ bir hal alıyor. Ben biraz daha derine inmeye çalıştım, yazar olarak temel meselem insanların iç dünyalarına dalmak. Delilik de tabii bu anlamda çok çekici, sürprizlere açık. Dediğim gibi, duygularda gezinmeyi seviyorum ve söz konusu yazmak ve okumak olunca, böylesi ‘sessiz’ bir eylem düşünüldüğünde bunu çok anlamlı buluyorum.
Jaklin gerçekten içindeki boşluğu, eksik parçayı Çetin’e yazdıracağı kitapla gidereceğine inanıyor muydu?
Kendinden memnun olmak, “kendini tanıdığını, bildiğini düşünmek”, bu tip “özgüven” Jaklin’i deli ediyor, buna tahammülü yok. Bu beni de deli ediyor ne yalan söyleyeyim. Jaklin kendini arıyor ve bulup bulamayacağı hakkında hiçbir fikri yok. Kendi yazabilse yazacak ama deliliği buna izin vermiyor. Bu yüzden Çetin’den yardım istemek ‘zorunda kalıyor’. Klişe laflar edip de Çetin’in durumuna düşmek istemem ama aslında burada ‘arayışın kendisi’ önemli ve yazılmaya değer. ‘Yazarak aramak’, temel mesele… Burada hem yazmak eylemini, hem de karakterin yazıdaki izdüşümünü tartışmak istedim. Çünkü yazmak eylemi bence çok güçlü derecede bir ‘kendini arama, tanıma, kendinde saklananları bulma’ yöntemi. Bu yüzden yazmak ile kendini arama kavramlarının ilişkisini çok önemsiyorum. Burda iki tür yazma eylemi var: Çetin yazarken kendini değiştiriyor, notlarına olmayan sevgililer ekliyor, Jaklin’in anlattığı anıyı gereksiz ‘süslü’ ayrıntılar ekleyerek tanınmaz hale getiriyor, ayışığı gibi takıntılı olduğu klişe imajlar var… Bu durum yazar olarak benim bakışımla Çetin’in bakışı ele alındığında yazma eylemine ironik bir gönderme olarak da okunabilir. Tüm bunlar düşünüldüğünde bence Jaklin’in eksik parçası, Beckett’in Godot‘sundan farklı değil.
Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?’de gördüğüm kadarıyla yayıncılık dünyasına dair epeyce şey biliyorsunuz. İşin mutfağına hâkim gibisiniz. Hiç yayınevi geçmişiniz oldu mu?
On yıldır bu dünyaya yakınım ve her kesiminden tanıdığım insanlar oldu. Hiç yayınevinde çalışmadım ama bu on yılda fark etmeden biriktirdiklerimden yararlandım.
Kitabın sevdiğim yönlerinden birisi üst-kurmaca oluşu. Bu durum kitabı yazma sürecinizi nasıl etkiledi? Bir kolaylık mıydı yoksa zorluk mu?
Yapmak istediğim buydu, bunun bana hem ‘oyun oynama’ fırsatı verdiğini hem de daha çok özgürlük tanıdığını hissediyorum. Yazarken kendim de şaşırıp eğlenmeyi seviyorum, beni yazarken sıkan bir bölümü sırf ‘gerekli’ olduğu düşüncesiyle yazmak istemem. Bu yüzden önceden çok fazla plan yapmıyorum, yazacağı her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamak, metnin ruhundan çalıyor sanki, sabitliyor insanı, en önemlisi de yazarın kendine yapacağı sürprizleri öldürüyor bence. Sayfalar ilerledikçe aynı zamanda metnin okuyucusu olarak ben de şaşırıyorum, eğleniyorum…
Tezer Özlü, Leylâ Erbil, Sevgi Soysal, Sevim Burak gibi yazarlar edebiyattaki kadın stereotiplerini yıkmış, farklı kadın temsilleri sunmuşlardır. Biçimde ve dilde de müthiş işler yapmışlardır. Daha rahat daha kadınca bir dil ve biçim… Bu yazarların metinleriyle kurduğunuz ilişki nasıldır, size etkileri olmuş mudur? Bu soruyu şunun için soruyorum, kitabınızı okurken kadın karakteriniz Jaklin ve kendinden emin üslubunuz beni böyle bir yolculuğa çıkardı çünkü, aklıma bu yazarları getirdi açıkçası.
Söylediğiniz isimlerin tümü, kitaplarına çok hayranlık ve saygı duyduğum insanlar. Hatta daha ileri gidip şunu da söyleyebilirim; üniversite yıllarımda Tezer Özlü’nün “Çocukluğun Soğuk Geceleri”ni, Sevim Burak’ın “Yanık Saraylar”ını, “Everest My Lord”unu, Leyla Erbil’in “Tuhaf Bir Kadın”ını okumasaydım, onları ve kitaplarını tutkuyla sevmeseydim, sonuçta ‘kanıma girmeselerdi’ günün birinde bir roman yazmanın hayalini kurmazdım. Onların dili ve hikâyeleri bana Türkçenin dünyasını o vakte kadar olanın dışında bambaşka bir yerden tanıttı… Bu ihtimalleri görmek bile yazmak için çok kışkırtıcı. Keşke Tezer Özlü hayatta olsaydı da hiçbir şey konuşmadan birkaç dakika yanında durabilseydim…
Sizi en çok etkileyen kitaplar hangileridir? Bir de hararetle tavsiye edeceğiniz yeni bir kitap var mı?
Çok fazla kitap var ama ben çok önceden okuduğum kitaplara öncelik tanımak istiyorum. Virginia Woolf-Deniz Feneri, Tezer Özlü- Çocukluğun Soğuk Geceleri, Eugene Ionesco-Yalnız Adam, Dostoyevski- Beyaz Geceler, Georges Perec- Uyuyan Adam, John Fante-Toza Sor, W. G. Sebald-Göçmenler… Şu anda Şule Gürbüz’ün “Öyle miymiş?” romanını okuyorum ve herkesin okumasını tavsiye ederim.
Söyleşi: Sevim Tomris – edebiyathaber.net (16 Haziran 2016)