Söyleşi: Nazlı Yıldırım
Ece Karaağaç ile Alakarga etiketiyle yayımlanan ilk kitabı “Yarım Kalan Bazı Aşklar”ı konuştuk:
İlk kitap olunca biraz önyargı oluşuyor. Yeni bir isim ve yeni bir kitap var karşımızda. Bu süreçte neler kaybettin, neler kazandın?
Benim için bayağı uzun bir süreçti aslında. Çünkü bu hikâyenin ilk fikri ben üniversite birinci sınıftayken çıkmıştı. Dönem dönem bırakıp tekrar döndüm. Gerçekten çok ham bir noktadan başlayıp yazmayı öğrenmeye çalıştığım bir metin oldu. Hâlâ artık yazmayı biliyorum diyemem ama güzel bir antrenman oldu bence. Çünkü kendi kendinin hatasını görüyorsun bu kadar uzun vade yazdığında. Sen, on dokuz yaşındaki sen değilsin, yirmi beş yaşında tekrar yazarken. Yirmi yedi yaşında artık yayınevine teslim ederken de yirmi beş yaşında sen değilsin. Ama tabii ki eleştiriye açık birçok noktası da vardır diye düşünüyorum. İlkin günahı olmaz derler.
Bu kadar uzun bir zaman içinde yazılmış olması seni yormadı mı? Ama okunduğu zaman sanki çok kısa bir süre içinde bir çırpıda yazılmış hissi veriyor.
Sürekli bunu yazsaydım yorabilirdi. Ama sürekli bunun üzerinde çalışmadım. Epeyce bir zaman sadece tiyatro oyunları yazdım. Sonra daha ciddiyetle roman türüne kaymaya başladım. Fakat bende şöyle gelişiyor, yazıyorum, tekrar yazıyorum. Birinci taslak, ikinci taslak, üçüncü taslak derken tamam bu yeterince iyi oldu dediğim noktada değil, bir şey daha yaparsam daha kötü olacak dediğim noktada bırakabiliyorum. Bana sorarsan yine de daha iyi olabilirdi. Yaptığım her şey için bunu söylüyorum. Mecburen bırakıyorum. Bana kalsa iki taslak daha yazardım.
Yarım Kalan Bazı Aşklar’da “öteki” kavramı var. Ama bu kavramı diğerlerinden ayıran bir farkı var. Normalleştirmişsin. Bunu özellikle okuruna “normal” kısmını mı göstermek istedin?
Zeynep’in Beyza’yla karşılaştığı ve şaşırdığı için utandığı bir kısım var romanda. Yani “Niye şaşırdım ki ben buna? Üst katta böyle bir insan oturabilir,” diyerek kendinden utandığı bu kısım çok önemli. Çünkü bu insanlar zaten hayatımızın bir parçası. Görmemeyi, arkadaş olmamayı, tanışmamayı tercih ediyor olabiliriz. O zaman belki bizim için marjinal görünebilirler ama akşamları onlar da bizim gibi çekirdek çitleyip televizyon izliyorlardır. Aslında iddia edildiği gibi ve gösterildikleri kadar marjinal olmadıklarını düşünüyorum. Çünkü neticede kadın olmanın erkek olmaktan bir farkı yok, erkek olmanın gey olmaktan bir farkı yok veya kadın olmanın trans bir kadın olmanın bir farkı yok. O yüzden benim için marjinal bir kesim değiller. Zaten onları da marjinal bir grup olarak da anlatmadım.
İlk romanın. Hiç eleştiri aldın mı? Okurlarından dönüş yapan oldu mu? Yani beklentin karşılandı mı?
Bu kitap çıktıktan sonra beklentim ikincisini yazabilmek. Yazabildiğime tam olarak ikna olmuş değilim. Yazmak istiyorum ama. Ama kitleler okuyacak beni, binler satacak, baskı üstüne baskı yapacak gibi bir kaygım olmadı hiçbir zaman. İnsanların duygudaşlık kurması beni mutlu ediyor. Çok farklı yorumlar geliyor, genellikle olumlu ve teşvik edici. Bir de ikinci kitap ne zaman gelecek diye soruyorlar. Çünkü hikâye belirli bir noktada bitmiyor. Açık uçlu bir finali var. Ve bu da bir beklenti yarattı. Ancak hikâye devam etmeyecek.
Samimi bir dilin var. Bu samimiyet kısmındaki mesafeyi ayarlamak zordur. Ama sen başarmışsın.
Başlangıçta sadece arkadaşlarımın okuyacağını düşünmüştüm. Ondan okurlarıyla kuracağım mesafeyi hiç düşünmedim açıkçası. Çoğunlukla insanlar samimiyetle yaklaşıyor. Ben de elimden geldiğince samimi davranmaya çalışıyorum. “Gerçek bir şeye mi dayanıyor? Sen böyle bir şey yaşadın mı?” gibi sorular geliyor. Yaşamadım. Ama bana göre bütün eserler bir noktada otobiyografiktir, çünkü yaşadığın bir şeyi biçimini değiştirerek anlatıyorsun.
Peki, yeni bir çalışman var mı?
Başlamaya çalışıyorum. Yani yazacağım bir hikâye var. Hatta yazacağım birçok hikâye var. Bendeki süreç biraz böyle gelişiyor. Bu süreç dâhilinde bir kurguyu oluşturmaktan ziyade bir kırılma noktası oluyor ve kendiliğinden nasıl başlayacağını, nereye gideceğini ve nasıl biteceğine dair bir fikir oluşuyor. Ama tabii o hikâyeyi iyi anlatabilmek asıl sorun. Ne anlatacağımdan ziyade nasıl anlatacağım önemli. Çünkü ne anlatacağımı biliyorum. Cesaretimi biraz daha toparlayıp bu kitaptan bir ders çıkarmam gerekiyor. Okuyucunun tepkisini, okuyucunun yorumunu, okuyucunun hikâyeyi nasıl gördüğünü gözlemleme şansım oldu. Ve böylelikle “Ben burayı aslında böyle anlatmak istememiştim” diyebiliyorum. Ya da tam tersine “bu kısmı iyi anlatmışım” diyorum.
Romanını okuduğumda dikkatimi çeken karakterler üzerinde derinleşmenin yüzeysel kalışı oldu. Kimlik analizi, içsel bir bakışın derinlikli tarafını aradım açıkçası. Yüzeysel geçmenin sebebi bu hikâyeyi bu şekilde daha iyi anlatacağını mı düşündün?
Aceleci olmamdan kaynaklanıyor tamamen. Bu tür eleştiriler aldığımda şunu fark ettim. Yazdığım insanları ben çok iyi tanıyorum. Ama okuyan insanın da o kadar yakından tanımadığını düşünmeliydim. Bu konuda özeleştiri yapıyorum. Benim için bir öğrenme basamağı oldu.
Piyasaya baktığımda çok fazla “aşk” konulu roman var. Tutup da bir “aşk” da ben mi yazayım dedin.
Zeynep’in Arda’yla müthiş, imkânsız bir aşk yaşadığını düşünmüyorum. Temelinde ebeveynlerle başlıyor aşk. Zamanla onun yerine koyacak bir şey bulmamız gerekiyor. Yarım kalıyor aşklar, çünkü ebeveynimiz bir şekilde bizi terk ediyor. Bir noktadan sonra yetişkin olmak zorundasın. Kendi başına idare etmek zorundasın. Ve Zeynep bunu başaramayan bir karakter. Bunu başarmak da zordur. Yarım Kalan Bazı Aşklar kırık ve buruk bir aşktan ziyade tek başına var olma korkusu üzerine. Zeynep bir şekilde kaybettiği annesinin yerine Arda’yla devam ediyor. Ya da Erhan, ulaşamadığı bir kadının yerine Zeynep’i koyarak ulaşmaya çalışıyor. Tek başına olmak insana korku verir. Ama tek başına olmayı da öğrenmek gerekiyor.
Nazlı Yıldırım – edebiyathaber.net (31 Mart 2017)