Söyleşi: Nilgün Çelik
Eda Akel edebiyata 2022 yılında Odessa Yayınlarından çıkardığı Yeşil Kadife Koltuk adlı öykü kitabıyla giriş yaptı. Ardından bu yıl ağustos ayında Gibi adında şiir kitabını okurlarına sundu. Ege Üniversitesi İletişim mezunu olan Akel ile biraz şiirden biraz öyküden konuşmak istiyorum.
Eda Hanım sizi yeni tanıyan okurlarınız için bize kendinizden bahseder misiniz?
İstanbul doğumluyum. Edebiyat aşkım, okul kitaplığından alıp okuduğum bir kitap ile başladı. Çok değerli yazar Melike Funda KAYNAK’ ın Güneşe Açılan Pencere isimli öykü kitabı benim hayatımın edebiyat anlamında kırılma noktası oldu. Sonradan kendisiyle tanışıp sohbet etme fırsatını da buldum hatta.
Sonra, ortaokul yıllarımda Orman Bakanlığı’nın düzenlediği “Orman Yangınları ve Erozyon” temalı yarışmada İstanbul birincisi Türkiye ikincisi oldum. Çok keyif aldığım bir şeyi yaparak takdir edildiğim ve bundan büyülendiğim ilk olaydı benim hayatımda. Yazmayı hiç bırakmadım.
Üniversitede Funda CİVELEKOĞLU hocam olmasa yazdıklarımın hiçbiri kitap olmayacaktı. Hepsi kenarda köşede kalıp eskiyecekti. Hocamın teşvikiyle kitap haline getirip okurla paylaşmaya yöneldim. Çok büyük bir teşekkür borcum var kendisine.
Kendimle ilgili kurabileceğim en net tanım cümlesi “sadece bilim ve sanata inanan biri” olur. Bu cümleden az çok nasıl biri olduğum anlaşılabilir diye düşünüyorum.
Edebiyata öykü kitabıyla giriş yaptınız ardından bir şiir kitabı yayınladınız. Hangisi daha çok heyecanlandırdı sizi? Bundan sonrası hangisiyle devam edeceksiniz?
Her türün hem yaratma hem de tüketme anlamında heyecanı da tatmini de farklı. Ama gönlümde yatan aslan hep öyküdür. Bundan sonrası için de kesin öykü ya da kesin şiir olacak gibi bir cevap veremeyeceğim sanırım. Çünkü hem öykü dosyalarım var hem de şiir. Hatta şimdi üzerinde çalıştığım iki ayrı roman ve bir de oyun projesi var. Yazmak söz konusu olunca bilgimin, duygumun, aklımın yettiğince her alanda olmak isteyebilirim ilerde.
Şiir kitabınızdan söyleşimize devam edelim istiyorum. Gibi, 73 şiirden oluşan bir kitap. Bu şiirler ne kadar süre sonra kitap haline geldi?
Kitaptaki en yeni şiir üç sene öncesine ait. Aralarında 2003 yılında yazılmış şiirlerde var, 2010’da da. Defterler dolusu şiirlerden ayıklayıp seçtiklerim, paylaşmak istediklerim bunlar oldu. Açıkçası şiirleri kitap haline getirip okurla paylaşmak planladığım bir şey değildi. Defterlerimi karıtırırken neden olmasın dedim ve dosya hazırlamaya giriştim. İyi mi yaptım kötü mü, buna okur karar verecek. Umarım severler.
Gibi’de sizin özeliniz olan şiirler de var, olay ya da durumdan etkilenip yazdığınız şiir de. SAÇ, KIYAMET gibi. Kıyamet, “Tek bildiğim dün gece tanrı bile ağlıyordu.” cümlesi ile bitiyor. Ben durum ve olaylardan etkilenerek yazdığınız bu gibi şiirleri oluştururken nasıl duygular yaşadığınızı, nasıl çalıştığınızı merak ediyorum. Anlatmak ister misiniz?
Sosyal varlıklarız. İçinde yaşadığımız ya da benimsediğimiz toplulukları ilgilendiren, onların başına gelmiş durumları (olumlu yada olumsuz), içinden geçtikleri zorlukları ya da güzellikleri hissetmemek, onlardan etkilenmemek imkansız. Çok etkilenip içselleştirdiğim olay ya da durumlar öykülerime şiirlerime sızabiliyor. Oturup üzerine çok fazla kafa yormuyorum bunları yazarken. Duyguma teslim oluyorum. Hımmm dur bu mesele ile ilgili bir şey yazayım gibi bir planla çıkmıyor ortaya kesinlikle. Hatta alakasız bir anda kalemimin ucuna geliyor. Ben sadece o an kendime izin veriyorum.
“Kırmızı fularlı kelimeler” (BU BİR ŞİİR DEĞİLDİR), “Saçlarını rüzgâra kazıttı sokaktaki her ağaç” (SAÇ), “Kalp kuraklığı birkaç gece” (NE KALDI Kİ SABAHA) gibi daha birçok örnek verebileceğim betimlemelerle dolu şiirleriniz. Betimleme sanatı kişiye özeldir. Ve şiirin peşinden koşanların yakalayabildiği farklılıklardır, diye düşünüyorum. Gözlem yeteneği de hiç uyumaz. Haksız mıyım? Siz gözlem yapıyor musunuz, nasıl çıkıyor bu betimlemeler?
Çok haklısınız. Benim tüm hayatım gözlem yaparak geçiyor zaten. Bazen arkadaşlarımla bir yerlerde oturup sohbet ederken bile gözlerim etrafı ya da insanları tarıyor. Çok uzun süre göz teması kuramama durumu yaşıyorum bu yüzden. Hatta gözlem, konulara daha net odaklanmamaı sağlıyor garip bir şekilde. Onlarca kez geçtiğim sokakları bile her defasında gözlerimi dört açarak geziyorum. Bu çocukluğumda da böyleydi ama. Hala fotoğraf kareleri gibi anlar gelir gözmün önüne sürekli. Küçücük çocukken de, mesela dolmuşa bindiğimizde her insanı inceler, dolmuşun her köşesini gözlerimle tarar, o renkli ışıklardan büyülenir, insanların mimiklerine gülerdim.
Sonra gözlemin sadece görmekle alakalı olmadığını keşfettim. Beş duyuyla yapıyoruz gözlemi. Kokular, sesler, dokular, tatlar, görseller… Böyle olunca inanılmaz bir keşif ve kayıt tatmini başladı. Seneler öncesinde yaptığım gözlemlerin hala ekmeğini yiyorum. Yeşil Kadife Koltuk’ taki Oje isimli öykümde bahsettiğim o yollar, Beyazıt Meydanında kurulan o tezgahlar, o istikamet, tüm o detaylar benim çocukluğumun detayları mesela. Gözlemlemesem o kadar iyi anlatamazdım.
KAR adlı kısa şiirinizde çok naif bir aşktan bahsediyorsunuz ve “Bir aşk ancak bu kadar kısa sürebilirdi.” diyorsunuz. Şair kimliğinizle sizce aşk nedir?
Aşk, bir sürü seçenekli bir cevap kağıdında birden çok doğru ve birden çok yanlış cevabın olduğu bir sorunun cevaplanması çabası gibidir bana göre. Kesin tanımı, çok bireysel bir yerden baktığımda bile çok zor. Sevgi kadar masum değil belki, daha çok hazla alakalı olabilir.
Sina Akyol bir söyleşisinde “Şiir, kahve-konyakla alınacak bir incelik değildir. Çünkü şiir, kalın bir inceliktir.” Der ve devam eder “Salt duygu şiirin safrasıdır. Şiir salt duyguyla yazılmaz. Bir ‘dil kurma’, o dille bir ‘yapı inşa etme’ işidir çünkü şiir. Dolayısıyla ayrı bir aritmetiği, matematiği, geometrisi vardır.” Siz bu düşüncenin neresindesiniz? Ayrı düştüğünüz noktalar var mı?
Sanat söz konusu olduğunda, hangi türde bir çıktı olursa olsun, ister sinema, ister edebiyat, ister resim, ister tiyatro vb; hesaplar kitaplar devredışı kalabiliyor bence. Kaldı ki siz ister aritmetikle ister salt duyguyla üretmiş olun, tüketen bunu nasıl algılayıp ileride nasıl anımsayacaksa, gerçek o olur. Mutlaka temel bir çekirdek var. Ama o çekirdeğin etrafını sarma biçimi bence çok keskin değil. Bir “iskeletin” varlığı konusunda katılıyorum.
Şiir edebiyatımızın nazlı çocuğudur derim. Edebiyatımızda şiir sizce neden geride duran bir çocuktur? Şairler egolu mudur, melankolik midir?
Her meslekten insan egolu ve melankolik olabileceği gibi şairlerin de kimisi egolu ve melankolik olabilir. Ama buradan bir genellemeye varmak yanlış olur. Tüm terziler sinirlidir gibi temelsiz bir çıkarım olur. Duygular ve ruh durumları hiçbir mesleğin mensubuna has değildir. Ama melankoli, şiiri besleyen duygulardandır, orası kesin.
Şiirin geride durması konusuna gelince; kendi koltuğuna kurulmuş, sadece isteyen gelip benimle konuşsun diyen bir aile ferdi gibi düşünürüm ben hep. Misafiri kalkıp kapıda karşılayan değil de kendi odasında oturup, muhatap olmak isterse yanıma gelsin diyen biri gibi. Daha özel bir yerde yani. Ki ben bu hali severim. Arayan bulsun, bakan değil diyen bir hal. Şiir sanki tam da bu.
Türkçe sizce şiire mi yoksa öyküye mi daha yakın bir dildir?
Türkçe edebiyatın her türüne yakın ve yatkın benzersiz bir dil. Akışkan ve çıktıya değer de katan harika bir enstrüman gibi.
Bundan sonraki çalışmalarınızdan bahsetmek ister misiniz?
Basıma hazır bir öykü dosyam daha var. Muhtemelen önümüzdeki yılın ilk çeyreğinin sonunda çıkmış olacak. Ondan başka, üzerinde çalıştığım iki roman ve bir de oyun projem var şu anda. Bir yandan yeni öyküler de birikiyor kenarda. Tabi işlenecek pek çok da fikir var. Yaşadıkça yazmaya devam etmek istiyorum.
Tüm cevaplarınız için edebiyathaber adına teşekkür ederim.
Ben de hem şahsınıza ve Edebiyat Haber ailesine hem de tüm okurlara teşekkür ediyorum.
edebiyathaber.net (6 Kasım 2023)