Edebiyatta bir ikinci dünya hayali, elbette, ilkin okuma sürecini akla getirir. Kitapların dünyamıza –sezdirmeden demeyeceğim– adım adım girmeye başladığı ilk gençlik yıllarının tarife gelmez okuma mutluluğundan uzun uzun bahsedilebilir. Ama beni bu kısa değinide asıl düşündüren, bu ikinci dünyanın yazar tarafından nasıl oluşturulduğudur.
Yazarın bilinçlice yapabileceği bir şeyler varsa, bunların ilkini bence güncel hayatın unsurlarına mesafeyle ve kuşkuyla yaklaşması oluşturacaktır. Bunu yapabilmesi için elbette her şeye sırtını dönmesi veya aşırı fantastik dünyalar hayal etmesi gerekmez. Siyasi romanların ve tarihe mal olmuş bir meseleyi veya tezi talihsizce tartışan tarihsel romanların sıklıkla yaptığı gibi, gerçeklere “düşünsel” yaklaşımın da bu bağlamda çok etkili olmadığı hemen söylenebilir. İma etme, dolayımlama, yani yazarın başka ve yeni bir gerçeklik oluşturmada elindeki en etkili silah, bir romanı bunlar gibi dışarıdan yönlendiren unsurlarla değil, aksine kendi iç yapısındaki daha mühim bileşenlerle açığa çıkar çünkü. Meselelerine inandırıcı bir yaklaşımı, kurduğu olay örgüsünde gerçek hayattakinden daha ilginç, tuhaf, sıkı, mantıklı bir yan, yarattığı karakterlerde belirgin bir özgünlük, üslubunda derinlik vaadi varsa, bana öyle gelir ki, bu ikinci dünya okurun önünde yavaş yavaş belirir. Ama bu saydığım unsurların birleşmesiyle oluşacak edebî “doku”yu kitabın başından sonuna ayakta tutabilmek de meseledir: Bu da bizi yazarın gerçek simyacı kimliğini açığa çıkaracak başka bir edebî maharetle karşı karşıya getirir; kitabın genel havası, atmosferi, ruh hali dediğimiz şeydir bu.
Söz konusu edebî dokuyu yaratırken, gerçek hayat dediğimiz ilişkiler yumağını manipüle etmeye, sık kullanılan ayna-hayat metaforunu alaşağı etmeye veya, en hafifinden, bu gerçeklik algısını sarsmaya yazar fazla heves ederse (ve bunu çok açık bir biçimde yaparsa), söylemeye gerek yok, okur yine çok tanıdık bir dünyanın içinde gezindiği hissine çok geçmeden kapılacaktır. Bir şeyin aksini söylemek onu her zaman için saklamaz, geçersiz de kılmaz çünkü. Gerçekçilik bahsinde öznel olmak çoğu kez “doğru” ise de, bunun metin ile okur arasındaki ilişkiyi (düz okumaları kastetmiyorum bir tek) zedeleyen bir yanı da vardır üstelik. Dolayısıyla edebî yollar ve tekniklerle ortaya çıkacak olan bir “benzemezlik”, kitabın hayata benzemediğini değil, yalnızca ayrı bir gerçekliği, kuralları ve has okur için farklı bir “yerçekimi” olduğunu gösterir.
Gerçekçiliğe fazlasıyla yakın duran kimi iyi romanların (diyelim Ian McEwan’ın ya da bir yanıyla Orhan Pamuk’un romanlarının), yarattıkları görsel dünyayla aynı zamanda bir hayli “oyunsu” görünmeleri de bu yolla sağlanır. Böyle romanları okurken bazen anlatılan şeylere o kadar yaklaşırız ki, elimizde bir mercek varmış da inceliyormuşuz gibi çocuksu bir hisse de kapılırız. Kişiler ve parçası oldukları dünya, yazarlarının bu dünyayı belirsizleştirmeye değil daha çok öne çıkarmaya yarayan saydam bir dil ve üslubu benimsemiş olmaları sayesinde, yavaş yavaş devinmeye başlar. Bunda, gündelik hayatlarımızdakinin aksine, böyle romanların dikkatimizi sürekli yönelttiği ayrıntıların parlaklığının da payı vardır elbette. Hiçbir şey silik değildir ve kimi kez parçalar, bütüne kıyasla daha çok öne çıkar. Karakterler de, mesela, özgünlüklerini yine gerçek hayatta hep umduğumuzun tersine tavırları ya da ruhsal dünyalarının ilginçliğiyle değil de metnin bir parçası olmalarıyla kazanabilirler. Romanı oluşturan unsurların (kişiler, dil, düşünceler, olaylar, vs.) arasındaki ilişkilerin siyaseti hep daha büyük bir düşünceye işaret eder ve ancak belli belirsizce kavrayabileceğimiz bu sezgisel düşünce zihnimizde gittikçe okuduğumuz şeyin bir çeşit dokusuna dönüşür. Yazarın romanın unsurlarına gösterdiği bu özen ve dikkat, okurun hayal gücüne nitelikli bir katkı ve davettir aynı zamanda. Yazar ile okurunun buluştuğu, fikir birliği ettiği noktada ise, artık ikisinin de iç sesinin çekilip metnin kendi bağımsız varlığının oluşacağı söylenebilir.
Erhan Sunar – edebiyathaber.net (21 Mart 2016)