Farkında olsak da, olmasak da yaşadığımız her ân anıya dönüşür.
İnsan, yaşam tanığıdır. Orada hem kendi öyküsü hem de başkalarının öyküsü vardır.
Oturup yaşadığınız her ânı/zamanı bir vakanüvis gibi yazmazsınız belki; ama belleğiniz her birini biriktirir, saklı tutar.
Anıyı, daha çok, yazılmaya değerlerin öne çıkması olarak da nitelendiririz. Orada yalnızca kendi öykünüz yoktur; katıldığınız başka hayatlar ve tanıklıklar da önem kazanır.
Ânı yazarken zamana döneriz çoğunlukla, bir tür günün çetelesini tutma istemidir bu. Oradaki odak kişi kendi benliğimiz kadar karşımızdakilerdir de. Bunları yazılmaya değer kılanın tanıklık içerdiğini yadsıyamayız. Hele hele edebî tanıklıklar… Ama yazmanın cesaret istediği gibi, o hayatı içten yaşamak önemli. Yaşayamadığınız bir içtenlikli durumdan nasıl söz edebilirsiniz? Hele hele bir dostluk bağı kuramamışsanız ne yazabilirsiniz ki?!
Peride Celal ile arada bir görüştüğümde, bir gün, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Nâzım Hikmet’le ilgili birer anısını anlatmıştı. Söz arasında şunu söylemişti: “Ama sakın bunları yazmayın.” Ben de; “Siz anılarınızı neden yazmıyorsunuz peki,” dediğimde ise; “Bunlar, mezara gidecek anılardır,” diye yanıtlamıştı.
Geçen gün, Mine Kırıkkanat’ın “Istakoz” yazısını okurken; anıya dönüşenlerin neden her zaman yazılamadığını düşündüm.
Yazının bize verdiği ipucu şuydu; anlatıcı, bir zamanlar, ardından yazı yazdığı yazarla bir “aşk” yaşamış. Bir süre onun hayatında olmuş.
Onda iz bırakan nice şeyden birkaçını yazısına yansıttığına göre; edebî dostluk ebedi dostluğa da dönüşmüş olmalı dedirtiyor insana.
Bu denli yakınımızda/yakınında olduğumuz kişilere dair anılarımızı yazabilir miyiz?
Erhan Bener, bir konuşmamızda; “Ağabeyimi en iyi ben anlatabilirim, o kadar çok ortak anımız vardır ki” demişti.
“Peki, neden yazmıyorsunuz,” diye sorduğumda:
“İşte asıl mesele de bu, zordur o denli yakınınızdaki birini anılarınızla anlatmak,” diye yanıtlamıştı.
Hatta, bir gün; “Bana sorular sor, yaz çıkar, ağabeyime dair, belki o zaman anlatabilirim,” demişti. Ona, Vüs’at O. Bener’le yaptığım bir konuşmanın bazı bölümlerini iletince söylemişti bunu da.
Bunu ne yazık ki gerçekleştirememiştik.
Uzunca süredir Çetin Altan’la “nehir söyleşi” yapmayı tasarlamışım. Bir konuşmamızda onu dinlerken, birkaç anı kitabının dışında, oturup da anılarını yazmayacağını anlamıştım. Oysaki, anlatıcılığına yetişmek zordu. Biriktirerek yaşayan biriydi Çetin Altan. Nice tanıklıkları vardı, nice kavgalardan geçmişti…
Cenaze törenine katıldığımda gelenleri/gelmeyenleri düşündüm bir ân. Ardından yazılanlara göz atınca da; edebî dostlukların kırgınlıkların neler olabileceğine uzandım…
Aziz Nesin, bir gün, şunu söylemişti Yaşar Kemal’i konuşurken:
“Bir zamanlar o kadar yakındık ki, ama hiçbir zaman dost olamadık!”
Kemal Tahir’le yakınlığını sorduğumda ise; “ölçülü dostluk” demişti.
Aynı edebî ortamda olup da dostluk bağı kuranların edebiyatımızdaki yerini düşününce, 1940 ve 1950 kuşağı yazarlarının yakın duruşları bir örnek. Gene de, Nesin’in deyimiyle; “ölçülü dostluk” nedense bu hep baskın olagelmiş.
Geçenlerde bir romancı dostum birkaç romancıyı bir akşam yemeğinde buluşturacağından söz etmiş, beni de davet etmişti. Ancak diğer davetlilerin isimlerini tedirgince sayarak “Umarım bir araya gelmenizde bir sakınca yok” diye sorması düşündürücü idi.
Bizde, edebiyat ortamında, beklentili yakınlıklar kurulduğu için; bir zamanlar gülen yüzün başka bir zamanda çevrilen yüze dönüşmesi sıradanlaşıyor, kanıksanıyor, oysa bu bir yabanlık örneğidir olsa olsa.
Yaz beni, öv beni, göster beni anlayışı egemen. Oysa iyi yazarın bunlarla işi olmaz. Edebî dostluklar da her zaman insani ilişkilerle gelişip filizlenir. Ötesi olsa olsa hasetliktir, kibirdir, bönlüktür.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (8 Aralık 2015)