Bir romancı dostumun, “hâlâ bir romanı sonuna kadar okuyan eleştirmenler var,” sözü üzerine; “bunda iyi romancının payı vardır,” demiştim ve sonrasında; edebî eleştirinin zorluğu, okurun/yazarın bundan uzaklığı üzerine konuşmuştuk.
Eleştiri, toplum olarak, doğamızda; yaşama kültürümüz ve eğitimimizde olmayan bir şey.
Her şeyden önce tahammülsüz bir toplumuz. Karakter özelliklerimizin ilk sıralarında yer alır bu yanımız.
Bir de meraklı değiliz.
Oysa bütün yaratıcı uğraşların başında merak gelir. Bilgi toplumunu meraklı insanların sabır ve uğraşıları, eleştirel aklın süzgecinden geçirdikleri bilgileriyle kurabiliriz ancak.
Meraklı olmayan bir toplum azgelişmişlikle yetinir. Orada cehalet vardır, şiddet ve çatışma vardır, yalan ve riyakarlık vardır…
Meraklı insan eleştiriyi seçer. Bilgiye güvenen, bilgiden beslenen bir bireyin varlığına inandığı için eleştirel akıl onun yaşama kapısı, nefes alma gökyüzüdür.
Benim gözümde eleştiri, merakla birlikte bilgiden ve vicdan duygusundan doğar.
Yanımdan geçen adam, caddenin boşluğuna tükürünce, dayanamadım; “orası çöplük değil,” deyiverdim. Homurdanarak bakması beni söylediğime pişman etmediyse de; uyarıma aldırmaması öfkemi çoğaltmıştı.
Eleştiri önce uyarıdır. Yapılan şeyin yanlışlığını, eksikliğini, hatta niteliksizliğini göstermedir.
Bu nedenledir ki; her eleştiri gören gözdür, soran/sorgulayan bakıştır. Ama bu da donanımlı/duyarlı bir bakışın, bilginin işidir.
Eleştiri her şeyi gözlemevine alır. Kıyaslar, karşılaştırır, uyarır. Yanlışa doğru, siyaha beyaz, kötüye güzel demez.
İşte asıl çatışma da buradan çıkar. Çünkü çağımız bukalemunlar ve Makyavelistler çağı.
Gezgin milli piyango satıcısına dönüşen romancının umurunda değildir eleştiri.
Yaratıcılık kalpazanlığa dönüşeli beri, yazınsal alanda herkes her konuda kendini yetkin sanıyor.
Estetikten uzak vulgar bir bakış, özet bilgiyle beslenmiş bir konu bulamacı, roman diye karşınıza çıkınca ne yaparsınız?
Ya eleştirmek için sonuna kadar okursunuz ya da daha ilk satırlarda vazgeçersiniz.
“Eleştiri kimin umurunda,” diyerek üstelik…
Kendini okutan romanın/yazarın eleştiriye ihtiyacı var mıdır bilemem!? Ama şu bir gerçek ki; eleştiri hayatın her alanında bize gerekli. Bilgi/zekâ/hayalgücü hayatımızın her alanının dinamosu. Bunların eleştirisiz varoluşu pek mümkün değil!
Çünkü, giderek mesleksiz bir topluma dönüşüyoruz. İşini iyi yapanla yapmayanın ayrımı öyle belirgin ki: işte eleştiri bunu bize gösterebilen tek “mekanizma”.
“Disiplin” diyemiyorum. Çünkü oluşmuş böyle bir “eleştiri okulu”muz yok. Bu anlamda aydınlanmanın en temel yapıtları yeterince dilimize kazandırılmadı.
George Orwell haklı, geçmişte “edebiyat propagandanın içinde boğulmuş”tu, bugünse popülerliğin ve kolaycılığın.
Yayıncıların bu işte günahı çok. Ama asıl “günah” mecrası; edebiyat ve sanat eğitiminden bizi mahrum bırakan eğitim sistemimizdir.
Çağdaş, düşünen, sorgulayan, kendini bilgi çağına hazırlayan bireyi yetiştiremiyoruz. Daha da ötesi, roman okuyan toplumu yaratamadık bir türlü.
Gelin Stendhal’in şu sözlerini hatırlayalım bir kez daha burada:
“A efendim, roman dediğin bir uzun yol üzerinde dolaştırılan bir aynadır. Bir bakarsın, göklerin maviliğini, bir bakarsın yolun irili ufaklı çukurlarında birikmiş çamuru görürsün. Sonra da kalkıp heybesinde bu aynayı taşıyan adamı ahlâksızlıkla mı suçlayacaksınız? Aynası çamuru gösteriyor diye aynaya suç bulmak olur mu? Böyle çamur çukuru bulanan yolu, daha doğrusu suyun akmasını kokmasını, çamur çukurları oluşturmasını önlemeyen temizlik müfettişine çatın.” (“Kızıl ve Kara”, Stendhal)
Bir yapıtın edebî niteliğini ortaya çıkarır eleştiri. Olanı, oldurulamayanı gösterir. Bu anlamda hem okura hem de yazara sözü vardır.
Yazarın toplumsal bilinci elbette ki yapıtına yansır. Estetik bakışı, teknik bilgisi de öyle.
Bunlardan yoksun bir yazar/romancı kendini okutamaz. Yazdığı, yayınladığı kitap sıradandır. Yığınlara ulaşsa da popüler kültürün bir metasına dönüştüğü içindir. Bu onu ne romancı ne de edebiyatçı kılar.
Ne yazık ki günümüzde bu tür yazıcılar pıtrak gibi çevrelemiş her yanı.
Bunların içinden çıkıp gelip de kendini okutan romancı kılmak çok güç.
İşte Hasan Ali Toptaş’la Ahmet Ümit arasındaki fark da buradadır. Bir Leylâ Erbil’le Ayşe Kulin’i aynı kefeye koyamayacağımız gibi…
Eleştirinin kapıları işte bize bunları göstermektedir. Eleştiri bir uyarının ötesinde yenileşme, zenginleşmenin de kılavuzudur. Eleşiri, Stendhal’in romana yakıştırmasıyla, bir ölçüde de aynadır…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Ocak 2016)