Eğer edebiyat ve tarih bilincinden yoksunsanız bunu salt sezgilerinizle kavramak/açımlamak mümkün değildir. Yazarsınız, ama ham bilgidir/görgüdür/görüntüdür o kadar. Üstelik bu sizi yazar değil, yazman kılar.
Sait Faik Abasıyanık Müzesi’nin yeni düzenlenmiş mekânında gezinirken, en çok dikkatimi çeken okuduğu kitapların bulunduğu bölümdü. Orada Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’nin Fransızcasını görmem şaşırtmadı beni. Yaşayan ve okuyan bir Sait Faik’in izlerini müzede adım adım izlemek onun yazdıklarındaki ruhu anlamaktı bir bakıma.
Geçenlerde bir yazımda söz ettiğim “yaşam bilgisi” ve “edebî bellek” bir yazar/romancı/öykücü için olmazsa olmaz, evet. Ama bunun ne anlama geldiğini anlamayanların edebî körlüğüne hiç diyeceğim yok. Kaleme sarılıp yazı döşenmelerini, ağrı ve sızıları anlarım da şu körlüklerine bir anlam veremem doğrusu. Sözü eleştiriye döken, bana Zola’dan, Pamuk’tan, Brugel’den örnekler devşirmek yerine somut bilgiden, açık/saydam örneklerden bahsetmeli, okuduğu ve bildiği örnekleri getirmeli karşıma.
Zaman ağrılarını taşıyan bakışları bilmemek de körlüktür. Bu mecranın en talihsiz yanı eli tuşa değenin yazıyor olması; hem de cahilce üstelik!
Baudrillard’ın kavramsallaştırdığı simülasyon çağının romanı yazılıyor elbette. Bu da, hayatın birebir fotoğrafının çekilmesi anlamına gelmiyor. Yaratıcı zeka çağını okuma bilincinden geçirdiği bakışıyla dünyayı okumaya çalışır. Eğer edebiyat ve tarih bilincinden yoksunsanız bunu salt sezgilerinizle kavramak/açımlamak mümkün değildir. Yazarsınız, ama ham bilgidir/görgüdür/görüntüdür o kadar. Üstelik bu sizi yazar değil, yazman kılar.
Salt yaşam bilgisine sığınarak yazanın ortaya çıkardığı metin/anlatı ne kadar eksik yavansa, edebî bellekten yoksun anlatıcının yazdığı da o ölçüde eksik ve yetersizdir.
Bir dersimde Spinoza’dan söz ederken, bir öğrencim; “Şimdi Spinoza’yı bilmeden yazamaz mıyım,” diye bir soru yöneltmişti. Aşağı yukarı şöyle bir yanıt vermiştim: Spinoza’yı bilmek hayatı anlamanı kolaylaştırır, kendi düşünce biçimini oluşturmana yardımcı olur, insan-toplum gerçeğini algılamada sana yeni bir bakış kazandırır, üstelik yazdıklarına da değer katar.
Romanın tarihinin oturulup okunmasıyla roman yazılamayacağı da bir gerçek. Ama roman sanatını var eden yapıtaşlarını bilmeden yazmanın bir edebî körlük olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?!
Söze bir de bu ucundan bakmak, edebiyatımızın durumunu oradan anlatmak gerekecek sanırım! Ama az önce imlediğim şu yazar ve yazman konusuna da değinmem gerekecek sevgili okurum.
Roland Barthes’ın şu tanımını severim: “Yazar bir rahibi, yazmansa noteri andırır, birinin sözü geçişsiz bir edim (bir anlamda bir harekettir), ötekinin sözüyse bir etkinlik.” Barthes, zamanının yazma etkinliğinin yaşattığı sancıdan söz ederken şunun da altını çizer: “Yazmanın konumu, her yerin yazmanlarla dolduğu günümüzde bile, yazarın konumundan çok daha sıkıntılıdır.”
Popüler kurmacaya yönelenlerin kendilerini birer yazman olarak görmek yerine yazarlığa soyunmaları iğretilik ötesi bir durum. Örneğin; Ferit Edgü’nün yazdıklarından bihaber bir okur için Hakan Günday’ın “edebî ikon” olduğunu düşünebiliyor musunuz? Veya Leylâ Erbil’in farkına varmadan Canan Tan’ı baştacı kılmak…
Bir bakıma yazman’ ın yazdıkları sabun köpüğü gibidir. Yazıp ettiği edebiyatın nesnesi olmanın çok ötesindedir ki zaten yazman’ ın böylesi bir derdi de yoktur. Ama gelin görün ki her biri edebiyatın dolaşımında olmak/anılmak istiyor. İşte asıl körlük de buradan başlıyor, okuru kendine güdümlü kılan bir yayıncılık seyri gelip önünü kapatıyor yazar’ın ve iyi okur’un. Yaşadığımız bir körduman hali! Bunu aşmak için önce şu körlükten kurtulmak gerek. Belki de bu aşamada klasiklere başvurmak, orada zamanın ve yazar’ın neyi nasıl bugüne taşıdığını görmek öğretici/yönlendirici olabilir.
Unutmayalım ki; “para her şeyi çürütür”. Günümüzde iyi edebiyatı gölgeleyen de budur aslında. İyi para kötü parayı kovar, tanımı yalnızca borsada gerçek olsa gerek!
Kurgusal Anlatıyı Değersizleştirmek
Öncelikle şunu söyleyeyim ki, edebî eleştiriyi böyle algılamak doğru bir yaklaşım değildir. Ya yereceksiniz ya da övgüye boğacaksınız. Unutmayalım ki gereksiz övgü de yergi kadar tehlikelidir! Bir metnin, bir yazarın kutsanmasını doğru bulmam. “Çok güzel”, “mükemmel”, “kusursuz”… Yok böyle bir şey. Eğer öyle olsaydı dördüncü kitap gelmezdi! Bu kadar kutsandığı için de insanları köleleştirip kendine bağlamazdı.
Edebî/kurgusal bir metin ancak edebiyat eleştirisiyle açıklanıp/çözümlenip tanımlanabilir.
Edebî bir kurguya siz başka bir disiplinin diliyle/yöntemiyle bakarsanız, onu bir edebî metin olmaktan çıkarıp başka bir alanın nesnesiymiş gibi kategorize ederseniz yanılgılara düşersiniz.
Neden söze hemen buradan girdim; çünkü, bir önceki yazıma gönderme yapan okur iletilerinden biri beni uyarıyor, “gerçek eleştiri”ye bakmam için işaret ediyordu.
Bu “düşünceli okur”un uyarısını dikkate alıp, sözünü ettiği “eleştiri”yi okudum. Gördüm ki; bu “düşünceli okur”umuz gibi, bu mimarımız da sapla samanı karıştırmış. Neden derseniz, çünkü bu bir edebî eleştiri değil.
Elif Şafak’ın Ustam ve Ben romanı bir edebî kurmacadır. Kendi yarattığı bir düş/imge/zaman gerçekliğinde bir şeyden söz etmektedir. Bu ne Mimar Sinan’ın yaşamıdır, ne mimari yapıtların değerlendirilmesini içerek monografik bir yapıttır.
Yaratıcının hayal gücüne müdahale etmek, “şöyle değildi, böyle” demek niye? Bu tahammülsüzlük, önyargı, değersizleştirme çabası neden?
Bu arkadaşın “teknik hata” dediklerini bir mimari yapıda/yapıtta aramasını salık veririm.
Böyle mimari dalış yaparak kurmaca bir yapıta girip bunu hallaç pamuğu gibi savuracağını sanmak, “bakın ben ne kadar bilgiliyim” dercesine sözler etmek çok sıradanca bir tutum.
Bu arkadaşın girişimine alkış tutanları da anlıyorum. Popülerliğe, pop yazarlığa karşılar anladığımca. Ama yapılanın bir edebi eleştiri olmadığını her halde görüyorlardır. Peki bu alkış, bu koradan sesler niye?
“Hançerli Okur”a Not
Okurla dalaşmayı sevmem. Onu bir velinimetim gibi de görmem. Çünkü ben de bir okurum eninde sonunda. Ama böyle hançeriyle dolaşanlara da tahammül edemem doğrusu. Gel de şairin sözünü anma burada: “hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten“.
Bilsin ki Elif Şafak’ın romanlarını eleştiren yazılarım sürekli yazdığım gazeteden, Radikal’den “iyi okur”un anlayabileceği gerekçeyle geri döndü. İlkinin kaygılarını anlıyordum, ikincisini görmek ise bir bakıma “test” oldu benim için. Bunu da iletişim fakültesindeki öğrencilerimle bir dersin konusu yapmıştık, “medyanın hali” üzerine örnekleyerek. Çünkü, bir öğrencim şöyle bir soru yöneltmişti: “Yarın burdan çıkıp bir gazeteye gidip muhabir olursam, gazete patronunun/yöneticisinin akçeli ya da özel işlerine dair veya onun ilan alma durumunu engelleyen bir haber önüme gelirse ne yapacağım, yazdığımda işimden olmaz mıyım?” İşte her iki yayın organında da (bugün artık birçoğunda olduğu gibi) benzer bir kaygı vardı aslında.
Bu mecrada işler öyle sizin elinizde hançerle dolaştığınız gibi yürümüyor sevgili okurum. Ayakların baş olduğu ülkede, bilin ki göç geri dönünce topallar hep önden gider.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Şubat 2014)