
Nereden gitmek? Dahası neye gitmek?
Ünlü kuramcı Terry Eagleton ‘un cevabı her halde gerçeklikten başka bir olası gerçekliğe doğru gitmek olurdu.
Büyürken kelime ve hayal dünyamız gelişsin diye elimize tutuşturulan edebi kitapların amacı bu muydu? İçinde yaşadığımız dünya ile başka olası dünyalar arasında arasında bağlar kurmak, yaşadığımız dünyayı zenginleştirecek yeni anlamlar yaratmak. Küçük bir çocuğun oyuncakları ile kendi kendine konuşarak yarattığı o ‘alternatif’ dünya okumanın öğrenilmesi ile çok boyutlu fantastik bir dünyaya mı evriliyordu? Edebiyat, bizim bu dünyaya alternatif kara deliklere kaçışımızı sağlayan bir tür zihinsel pratik mi yaratıyordu?
Tüm bunların cevabı için belki de önce edebiyat nedir’i cevaplamak gerekiyor.
Edebiyat, son bir kaç yüzyıldır hayal ürünü ya da kurmaca yazılar olarak kabul ediliyor. Burada hayal ürünü olan yazıda hayal ile gerçek arasındaki sınır tam olarak neresi belli olmasa da, Otoriteler, karikatürler, çizgi romanlar ya da ciklet içinden çıkan hikayeleri edebiyatın bir kolu olarak sayma eğiliminde değil (henüz). Haliyle edebiyat denilince aklımıza ilk Shakespeare, Milton, Virginia Woolf, Proust,Yaşar Kemal gibi yazarların yapıtları geliyor. Keza bu yazarların ürünleri ile kurgu arasındaki bağ az çok kafamıza yatıyor. Neticede Shakespeare’nin kitaplarında, Hamlet, Romeo gibi kurgusal kahramanların alternatif bir dünya içerisindeki yaşamlarını okuyoruz.
Buraya kadar her şey güzel.
Ama suyun bulandığı yer, Bacon’un denemeleri, La Rochefoucauld’un meşhur özdeyişleri, Bousset’in cenaze konuşmaları, bazı mektuplar ya da Pascal’ın felsefi yazılarının da edebiyat olarak kabul edilmesi. Haliyle edebiyat, bu tip kabullerle, kurgu ile düşüncenin iç içe geçtiği bir boyut da kazanmış oluyor. Daha da önemlisi, düşünce ürünü olan eserin, misal Marx’ın ya da Spencer’in kitaplarının dilindeki hangi eksiklik bunların edebi bir eser olarak sınıflandırılmasını engelliyor?
Bu yetmezmiş gibi, tarihte biraz daha geriye gidince işler daha da sarpa sarıyor.
İzlanda sagaları, malum dini kitaplar, gerçeğin aktarılmasının amaçlandığı halk hikayeleri, bunları nereye koymalı?

20 yüzyıl edebiyat eleştirmenleri bu karmaşaya son vermek için kolları sıvadığında, edebiyatın dilin gündelik hayattaki kullanımını deforme eden, ona yeni bir bir anlam katan, kendine özgür bir kullanımı olan metinler olarak düşünülmesini önerdi.
Öyle ki ünlü kuramcı Jakobson edebiyatı ‘Sıradan konuşmaya karşı örgütlü bir şiddeti temsil eden bir tür’ olarak tanımladı. Kendine özgü ritmi, yoğunluğu, titreşimi ve deforme etme gücüyle, bizde ‘garip’ hisler uyandıran bir tür.
Mesela şimdi yanımdaki G.G. Marquez’in ‘Kolera Günlerinde Aşk’ kitabının rastgele bir sayfasını açıyorum. Sayfa 137 ve 138. Şöyle iki diyalog seçiyorum oradan:
Muayene bitince hekim spatulayı, araç-gereçler, ilaç şişeleriyle tıka basa dolu çantasına koydu, sert bir hareketle kapattı.
‘Yeni açmış bir gül gibisiniz,’ dedi.
‘Teşekkür ederim’
‘Üst kattan her şeyi görmüş, mora çalan şişmiş gömleğinin düğmelerini ilikleyerek, öğle uykusunda gördüğü düşün etkisiyle favorileri hala diken diken, merdivenden iniyordu. Doktor utancını yenmeye çalıştı.
‘Kızınıza tıpkı bir güle benzediğini söyledim’
‘Öyledir’ dedi Lorenzo Daza, ‘ama dikeni bol bir gül’
Gerçek hayattaki konuşmalarımızın bu denli naif, düşüncelerimizin bu denli detaylı ve renkli olduğunu söylemek biraz zor. Gerçek hayatta bizden hoşlanan adam bizi yeni açmış bir güle, babamız ise bizi gülün dikeni bol bir türüne benzetir, babamız ile bu adam arasındaki konuşma böyle mi olur bilinmez, ama edebiyat eserlerini okurken ki amaç tam da bunu, gerçek hayattan bir kopmayı sağlamaktır. Yani hem buna benzer anları yaşarız, hem de bu anlatım hiç de bize ait değildir. Haliyle gündelik anlamda gerçekle ilintisi açısından boğuculaşmış, rutinleşmiş ve biraz da körelmiş bir algımızı zenginleştiren bir araç gibidir edebiyat.
Hava da dil gibi içinde hareket ettiğimiz bir ortamdır diyor Eagleton. Onun içinde yaşar, ve onunla anlam yaratırız. Dil ile olan ilişkimiz orman içinde ciğerlerimize giren havanın ferahlığı gibi bizim mutlu eder. Edebiyat ise, bu noktada, bu ilişkiye biraz renk katan, gündelik dilde sapmalar yaratan, sıradan’dan bizi uzaklaştıran bir görev üstlenir.
Misal hepimiz az çok aşk gibi bazı duyguların erişilmezliğini, bizde yarattığı sıcaklığı, heyecanı ve geçiciliğini deneyimlemişizdir. Ama içinde bulunduğumuz durumu anlamak ve anlamdırmakta kendimizi sık sık eksik de hissetmişizdir. Ancak Shakespeare’in aşağıdaki ‘Bazen‘ adlı şiirini okuduğumuzda, işte bu! deriz. Ne güzel anlatmış, tam benim hissettiğim ya da hissetmek istediğim gibi. Ama özünde ne böyle düşünür, ne de düşüncelerimizi bu tonda ifade ederiz. İşte edebiyat tam da bu yadırgatıcı dildir; bize yeni bir dünya aralar, bizde yeni bir algı yaratır, ve bu yüzden hayatımızda anlamlı bir yer kaplar.
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan,
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür,
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın
Elbette ki edebiyat ‘yeni açan çiçekler‘ ya da ‘ciğerde kurulu olan orkestra‘ ların yazılı olduğu şiirsel ifadeli romanlardan ya da bizzat şiirlerden ibaret değil. Bazı eserler edebi doğar, şiir gibi. Bazıları ise yolda edebileşir. Mesela falanca kişinin felsefi yazıları yada mektupları içeriğinde okuyucuya hissettirdiği duygular nedeniyle pekala edebi bir eser olabilir.
Buradaki kilit nokta, özünde kişi ile yazı arasındaki öznel ilişkidir. Mesela, bir şiir kuramcısı ya da tarih üzerine akademik bir çalışma yapan kişi, bir şiiri o dönemi ya da şiiri anlamak için okuduğunda pekala benden farklı bir duygu içine girecektir. Başka bir deyişle, bir şiir benim için gerçekliği bozduğu için edebiyatken, bir araştırmacının gerçekliği olduğu için bilgi ürünü olabilir. Bu tip istisnai durumları ve toplumdan topluma değişen ‘sıradan gündelik nedir’ gibi temel tartışmaları kenara koyarsak, gerçeklikten kopuşa katkı sağlayan edebiyat ürünü ile olan kişisel deneyimlerimiz kitlesel anlamda bir bütün oluşturduğunda, işte bu edebiyat ürünüdür diyebiliyoruz artık.
Öyle ki, bir çok edebiyat kuramcısı, biraz ağız bükerek de olsa, günümüz dünyasındaki popüler edebiyat ya da çizgi romanlar gibi ‘alt sınıf’ olarak gördüğü ürünleri de edebiyat olarak saymak zorunda kalmaya başladı. Entelektüel çevrelerde her ne kadar Antik Yunan gibi bazı dönemlere ait edebi eserler ya da Shakespeare gibi yazarlar edebi kanonlar olarak algılansa da, kişilerin yaşadığı dönemler geleceğin kanonlarını belirler gerçeğini de göz ardı etmemek lazım.
Yani işin tam bu noktada içinde biraz ideoloji, yani zamanın iktidar yapısı ile gerçeklik ve bizi ondan kopartan şey arasında organik bir bağ giriyor. Haliyle kişilerin değer yargılarının yaşadığı çağdan bağımsız olduğunu iddia etmek biraz cüretkar olabilir. Muhtemelen Shakespeare’in eserleri yaşandığı dönemde farklı, Aydınlanma Dönemi Avrupa’sında farklı algılandı, 21 yüzyıl dünyasında farklı algılanıyor. Hatta belki gelecekte geçmiş dönemlere ait avam soneler olarak düşünülüp, tamamen göz ardı edilecek.
O yüzden, edebiyatın normali bozan, sıradanı sıradışı hale getiren, bize alternatif dünyalar yaratan tanımını günümüze uyarladığımızda işler biraz daha çetrefilli bir hal alabiliyor. ‘Aristokratlara özgü üst sınıf estetiğin’ in ‘gerçekliği’ belirlediği dönemlerin yavaş yavaş geride kaldığı bu yıllarda, karikatürler, grafitiler, X’deki paylaşımlar, Grinin Elli Tonu, sokakta hayat var şiirlerini değerlendirirken bir daha düşünmek akıllıca olabilir. Keza günümüzde gerçek hayat ile ‘alternatif’ dünyalar arasındaki fark sadece flulaşmakla kalmadı anlamsızlaşmaya da başladı.
edebiyathaber.net (13 Mart 2025)