Her ne kadar son yıllarda gündemimize üst üste yaşadığı ekonomik krizlerle otursa da, komşumuz Yunanistan şiirin, edebiyatın, Homeros’un ve Tragedyanın beşiğidir. 1953 yılında Patra’da doğan, Floransa Üniversitesi’nde Felsefe ve Kültürel Antropoloji üzerine eğitim gören, şair, romancı ve öykü yazarı Ersi Sotiropoulos, günümüz Yunanistan’ının en çok sayılan ve tanınan yazarları arasında yer alıyor. Ekonomik krizin bile Yunanistan’da sanatı olumlu yönde etkilediğini söylüyor bir söyleşisinde: “Kriz sadece cüzdanları değil, ruhları da boşaltır. Ancak; özellikle genç sanatçılar bu krizden enerji aldı ve çok düşük bütçelerle kısa filmler çektiler, hiç akla gelmeyecek mahallelerde küçük galeriler boy göstermeye başladı, küçük yeraltı tiyatroları var. Bu çöküşün ortasında pek çok şey oluyor.”
Yazmaya sekiz yaşındayken başlayan Ersi Sotiropoulos daha o yaşlardayken yapmak istediğinin bu olduğundan eminmiş. Atina’da akrabalarıyla geçirdiği bir Noel tatilinde mutfakta bulduğu bir ambalaj kâğıdının arkasına ilk öyküsünü yazmaya başlamış. Noel pastasının yaldızlı ambalaj kâğıdının arkasına yazdıkları bir cinayet öyküsüymüş ve aynı anda hem başkalarının dikkatini yaptığı işe çekmek hem de aslında yalnız bırakılmak istediğini fark etmiş. Okumaya da çok erken yaşlarda başlamış. Özellikle 1967 ve 1974 yılları arasında, pek çok kitabın bulunması zor, bulunanların çoğunun da yasaklanmış olduğu Yunanistan’ın askeri cunta yönetimi sırasında ergenlik çağlarında olan Ersi Sotiropoulos, henüz 12 yaşındayken Baudelaire’i okuyup kendini onunla özdeşleştirmiş. T.S Eliot’un “Çorak Ülke” (The Waste Land) adlı yapıtı ilk okuduğu eserlerdenmiş ve Yunanistan’daki diktatörlüğü anımsatmış Sotiropoulos’a. O yıllarda adeta hayatını kurtarmış edebiyat.
“Edebiyat okuyarak büyüdüm, çoğunluğu başka dillerden çevrilmiş olmak üzere, öteki yazarları okuyarak bir yazar oldum. Yunanistan’daki diktatörlük döneminde ergendim, bu dönemde kitaplar fazlasıyla önemliydi, kitaplara ulaşmak da epey zordu çünkü pek çoğu yasaklanmıştı. Kavuştuğum her kitap bu açıdan benim için bir lütuftu. Bu kitaplar olmasaydı hakikaten durumum perişan olurdu. Edebiyat okumak hayatımı kurtarmıştır diyebilirim.”
Eserleri pek çok dile çevrilen yazarın “Turunçlar Arasında Zikzak” adlı romanı aynı anda hem Yunanistan Ulusal Edebiyat Ödülü hem de Yunan Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazanan ilk ve tek roman oldu. T.S. Eliot, Ezra Pound, E. E. Cummings, Kavafis, Seferidis’ten oldukça etkilenen Sotiropoulos’un genç Konstantin Kavafis’in 1897 Paris’indeki üç gününü anlattığı “Geceden Geriye Kalan” romanı 2017 yılında Fransız Edebiyat Ödülü Prix Mediterranée’nin Yılın En İyi Yabancı Romanı ödülüne layık görüldü. Yunanistan’da 2009 yılında Patakis tarafından yayımlanan Eva adlı romanı ise 2011 yılında Atina Akademi En İyi Roman Ödülü’nün sahibi oldu. Çeşitli dünya dillerine çevrilen Eva, Ağustos 2017’ de Ayhan Özşeker’in Yunanca aslından Türkçe’ye çevirisiyle Ayrıntı Yayınları tarafından ülkemizde de yayımlandı.
Roman bir Noel Arifesinden Noel Gününe kadar geçen bir gecede geçiyor. Kocası Nikos ile Atina’da çoğu davetlinin yazarlar, eleştirmenler, yayınevi sahipleri, şair ve entelektüeller olduğu bir Noel partisine katılan Eva’nın gece boyunca yaşadıklarıyla geçmişine doğru bir yolculuğa çıkıyor okur. Arka planda Eva’nın çantasının bir hırsız tarafından kaçırılması, çantanın içindekilerle birlikte bulunması, Eva’nın bu olaydan fazlasıyla etkilenip takıntı haline getirmesi, varlığı yokluğu belli olmayan, roman boyunca bir görünüp bir kaybolan Nikos, ölmekte olan ve bakımevinde yaşayan bir baba ve geçmişle hesaplaşma, babasının bakımevindeki hemşiresine âşık oluşu, gizemli bir şekilde ölen bir köpek… Eva’nın alkol ve madde bağımlılığına esir düşmüş bir gece kulübünün tuvaletinde bir yabancıyla kaçamak yapıp öpüşmesi sonra da kendini Atina caddelerine atması, kaybolması, kötü şöhretli otel Parthenon’un olduğu sokakta müşteri bekleyen, yaktığı ateşle ısınan Moira’yla ve onu pazarlayan Ramon ile karşılaşması. Yeni bir güne, Noel Günü’ne, kendi iç dünyasına doğru yaptığı şüpheli bir yolculukla başlayan Eva. Bir kadının varoluş sancıları…
Eva, şiirsel bir dille akan olay örgüsü, sıkı dokunmuş diyaloglar ve büyüleyici bir atmosfer sunuyor okurlara. Öyle ki; Atina’nın çöp varilleriyle dolu, sidik ve baharat kokan, patlamış paslı borularından sular akan delik deşik sokak aralarını, meydanın bir köşesine yığılmış çürümüş pırasa ve enginar saplarını, bir portakal suyu şişesinin boğazına yapışmış altın rengi başlı bir böceği bile şiirsel bir dille uzun uzun, en ince detayına kadar tane tane tanımlayarak sunuyor bizlere.
Küçük bir toprak sunak, yeşil filizleri ve yılan dolu dallarıyla meydanın bir köşesine kurulmuştu. Daha yaklaşınca bunların enginar sapı ve çürümüş pırasa olduğunu gördü. Burada sebze pazarı sabah açılır ve ortalık sesten, gürültüden geçilmezdi. Karnabaharlar geçidi; ayva, armut ve kuru incir dağları. Bir keresinde ufak bir gezintiye çıkmış ve süpermarkete gitmişti. Elmaların dans ettiğini, muzların kasalardan fırlayıp onu derin bir reveransla karşıladığını görmüştü. Ama çok olmuştu. O zamanlar çok genç ve zayıftı.
Eva’nın sayfaları arasında dolaşırken Yunan şiirinin tanınmış ustalarının, Seferis ve Kavafis, T.S. Eliot’un dizeleriyle karşılaşıyoruz sıkça. Zaten romanın kahramanı Eva da bir yayınevinde editör ve yazar. Romanı okurken kendimi kütüphanemdeki şiir kitaplarını karıştırırken ve o dizeleri ararken buluyorum. Eva, gürültülü gece kulübünün tavan arasında, o anda bulunduğu atmosferle hiç alakası yokken hatırlıyor Seferis’in “Ilık su, her sabah bana yakınımda başka canlı hiçbir şeyin olmadığını hatırlatır” dizesini. Tıpkı Eva’nın o kargaşa ve gürültü içinde Seferis’in ılık suyunun yatıştırıcı etkisini hissetmesi gibi, bana İzmir’i, Urla’yı ve Seferis’in evinin bahçesindeki o taş kuyuyu hatırlatıyor bu dizeler bir anda nedense. Yorgo Seferis İzmir’in Urla ilçesinde doğmuş ve yaşamış, 20. Yüzyılın en önemli şairlerinden. 1963 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi. Doğduğu ve gençlik yıllarına kadar yaşadığı Ege Denizi kıyısındaki evi günümüzde İzmir’in Urla ilçesinde butik otel ve kültür/sanat merkezi olarak hizmet veriyor. İzmir’de çok sevdiğim, iliklerime kadar şiir ve nostalji hissettiğim, bahçesindeki zeytin ağaçlarının altında, kapağı maviye boyanıp kapatılmış eski taş kuyunun kenarında oturup kitap okumaktan, güneşin tadını çıkarmaktan sonsuz keyif aldığım tarihi mekânlardan biri: Ilık ve yatıştırıcı.
Eva, usta şair Kavafis’in “Tanrı Anthony’i Terk Eder” şiirini de yine o gürültülü, yozlaşmış mekânda tek seferde okuyor. Çoğu kişinin doğru dürüst okumadığı ancak kıyasıya eleştiri yaptığı edebiyat dünyasına da alaycı göndermeleri var.
Lavaboya yaslanıp bakıştılar:
“Burun her şeyi biliyor” dedi.
“Hangi burun?” dedi adam.
“Yunan edebiyatının burnu.”
Şahsen eleştirmenlerden nefret ediyordu. Çoğu kitapları okumaz, ne yazacağına parmaklarını koklayarak karar verirdi. Kastettiği eleştirmen en azından okurdu. Çoğu kez kitap daha yayınlanmadan taslakları ister ve önceden okurdu.
Yunanistan ve Yunanca’ ya özgü pek çok detaylı bilgiyi de içeriyor roman. Feta, tiropita, tabbouleh, çipuro, uzo gibi Yunanistan’a özgü yemeklerden, içkilerden, 1948- 1974 yılları arasında en az yirmi iki bin Yunan solcu muhalifin sürgüne gönderildiği Gyaros Adası’na; tıp, matematik, felsefe terimlerinden tutun da uzaya gönderilen gemi adlarının (Apollo I, Apollo II) bile Yunan tanrılarından ve Yunanca’ dan geliyor oluşuna, “Zeki kuş burnundan yakalanır”, “Eşek yürüyüşünü değiştirmez”, “Bir hırsızın günü, iki hırsızın günü, üç hırsızın kötü günü” gibi Yunan atasözlerine kadar pek çok bilbi sayfa sonlarında çevirmenin notu olarak bizlere aktarılıyor.
Eva’nın kocası Nikos’a gelince… Roman boyunca Nikos adeta bir hayalet gibi, bir görünüp bir kayboluyor. Eva’nın geçmişte Nikos’la nasıl tanıştığını, neden onu sevdiğini, ayrılmalarını, yeniden bir araya gelişlerini, evliliklerinde adını koyamadıkları ama pek de yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu, aralarındaki o belli belirsiz, sessiz mesafelere, ilişkilerini hepten zorlaştıran krize ve ekonomik sıkıntılarına Eva’nın anlatımıyla tanık oluyoruz. Ama aşka dair hala az da olsa umudu var Eva’nın, henüz pes etmek istemiyor.
Onu çok sevdiğimi düşündüm. Çok mutsuz ve acınası göründüğü için daha da çok seviyordum onu. Akşam her ne kadar korkunç geçmiş olursa olsun, şimdi bu tutkulu aşkı uyarıyor gibiydi. Hala zamanı vardı bu aşkın, vadesi henüz dolmadı; henüz bitmedik, diye düşündüm. Birlikte geçirdiğimiz bunca yılı silip atamamıştım. Hiç çocuğumuz yoktu ama istiyordum.
Ancak, tüm çabalarına karşın sonunda “hiçbir şeyin ortasında” buluyor kendini Eva, yeni yılın bile bir çözüm getireceğinden şüphe duyduğu bir hiçlik duygusunun ortasında. Sonunda O da hepimiz gibi yoruluyor, pes ediyor.
Birçok insan yeni yıla dair kararlar alır. O hep bununla dalga geçerdi. Sigarayı bırakacaktı. Babasını eve getirip ona kendi bakacaktı. İspanyolca öğrenecekti, hep öğrenmek istemişti. Ne kadar salağım, diye düşündü, çünkü hiç bir şey yapacağı yoktu aslında. Ve o hiçbir şey kesin olan tek şeydi.
Gerçek bir dünyayı gerçek üstü gibi gösteriyor bizlere Eva ve sadece O istemiyor “gözlerini kapatıp o altın böceği tekrar görebilmeyi”. Hepimizin aklının bir köşesinde altın başlı böceklerin pırıltılı hayalleri durmuyor mu zaten?
Sibel Gögen – edebiyathaber.net (27 Eylül 2017)