Edebiyat “edep” demez. Bu nedenle gerçekleri ve rüyaları anlatma hevesinin yazarların elinden alınmasına hayır demeliyiz.
Sormak gerekir: Dilimizde edebiyatın, ahlak, terbiye, toplum töresine uygun davranma anlamına gelen “edep” köküne yaslanıyor olması biz yazarlar için bir şans mıdır yoksa şanssızlık mı? İbre son zamanlarda “şanssızlık” cevabına doğru epey bir yol katettiğinden bugünlerde bize düşen, sanatçının hiçbir dönemde, hiçbir düzende edepli olamayacağını, eğer buna kalkışırsa olsa olsa saray dalkavuğu ya da yalancının teki olacağını çeşitli şekillerde açıklamak ve anlatmaktır.
Edebiyatı sınırlayan çizgiler, zamanında çizilmiştir zaten. Tarihte padişahın kusurlarını övmek, ona kasideler düzmek edep sayılmış; haşmetmeabı alkışlayanlar, cinayetlerini ve kusurlarını görmezden gelenler almıştır altın kesesini. Kulaklara hep aynı ninni fısıldanmıştır: “Sen ‘edepli’ olduğun müddetçe bu işi yapacaksın, beni övdüğün sürece”. Kelimelerini güç sahiplerine satanlar rahat bir yaşamla, ünle, şanla ödüllendirilirken iktidarı yerenler cezalandırılmıştır. “Sanma ki Osmanlı yanına kalır Tanrı’nın aslanı Şahoğlu gelir Darb ile tahtı elinden alır Harabende erkân sürülse gerek” diyen halk şairleri halktan büyük kabul görmelerine rağmen sıkıntı ve eziyet çekerek tamamlamışlardır ömürlerini.
Bu geçmişi esprili bir şekilde anlatan şu anekdota kulak verelim isterseniz: Padişah ava çıkmış, bakmış üstlerinden büyük bir kuş sürüsü geçiyor. Tüfeğini doğrultmuş ateşlemiş, ıskalayınca oradaki dalkavuklardan birisi yetişmiş imdadına: “Padişahım ne alicenapsınız, kuşların hayatını bağışladınız.”
Oysa sanatçı, yazar masumiyeti savunmak için gelmiştir yeryüzüne. Ve bizim masumiyetten anladığımız ile kutsal kitapların, anayasa kitaplarının, ders kitaplarının anlattıkları, anladığı örtüşmez birbiriyle. Örtüşürse edebiyat var olamaz.
Masumiyet bir bedenin kıvrımlarına sinmiş tabuları, ayıpları, günahları, bilinmeyenden duyulan korkuyu silkeleyip atabilmektir. Masumiyet hesapsızlıktır, bir çocuğun fütursuzluğuyla girişmektir dünyaya. Bir çocuğun sorduğu soruları sorabilmek; onun eline verilen oyuncakları kurcalayışı gibi paldır küldür akıp giden hayatı kurcalamaktır.
Aslında edebiyat satranç tahtasında yeni bir ahlakı öne sürmek, buna uygun olan taşları oynayıp, insanı içten içe kemiren öteki ahlakı devirmek için vardır da demek mümkün. Çünkü edebiyat kendi tanrısından başka tanrı tanımaz. Rüyalarında bulur yazar tanrıyı, rüyaların ahlak ve kural tanımayan şenlikli sahnelerinde. Rüyalar ne kadar iffetli ve ahlaklı olabilirse bir yazar da ancak o denli edepli olabilir.
Rüyalar bu dünyaya itiraflarımızdır ve yazarın masumiyeti de itiraflarından alır gücünü. Ancak masum bir ruh yazabilir koskoca bir adamın küçük çocuklara olan “sapkın”lığını. Yeryüzünde küçük çocukları arzulayan ve bunu itiraf edemeyenler adına hediye etmiştir Nabokov edebiyat tarihine Lolitayı. Şu, “Kral Çıplak” diye bağıran küçük çocuğa benzer edebiyatçılar kısacası. Gülünç duruma düşeceğini bile bile tutamaz çenesini. Sadece o kadarla kalsa iyi, yazar çocuktan da cesurdur, kralın rolünü de üstlenir bir gün ve çırılçıplak çıkar okurların karşısına.
Masumiyet bu çıplaklıktır; herkes gerçeği, gerçek yüzünü gizlemek için çeşit çeşit maskeyle, kalkanla dolaşırken soyunmak, bütün örtüleri, perdeleri yavaş yavaş kaldırmaktır.
Yalanların etrafımızdaki dağlar kadar yükseldiği bir Anadolu kasabasında geçen yıllarımıza dair anlatılan hikâyelerden biridir. Zaten iştahlı bir kadın olan komşumuzun yemek yeme isteği ve etrafta gördüğü taze meyve sebzeye duyduğu arzu, hamileliği sırasında iyice kabarıyor. Ancak küçük bir devlet memuru olan kocasının eti budu, maaşı malum… Hele o zamanlar kışın erik, çilek, fasulye gibi turfanda meyve sebze de el yakıyor. Kendisini çok üzen durumu şakaya vurmaktan başka bir yol bulamayan adamcağız çareyi karısına şöyle demekte buluyor: “Atlara etrafı görüp ürkmesinler diye takılan şu gözlük var ya, sana da onlardan takacağım çarşıya indiğinde.”
Edebiyatçı hayatın içinden gelen bu hikâyedeki iştahlı kadın gibidir, her gördüğünü canı çeker, kaydeder, anlatmak ister, devletin ona takmaya çalıştığı ise işte o at gözlükleridir. Yazarın adı Yunus olur, Hayyam, Gülten Akın, Küçük İskender, Sabahattin Ali, Sezai Karakoç, Selim İleri, Didem Madak, Murathan Mungan, Edip Cansever… Doğduğumuz coğrafyadan çıkan, edebiyat tarihine mal olmuş her yazar ister şaraptan sarhoşluktan, ister kendi cinsine duyduğu aşktan söz etsin kütüphanelere, kitapçılara girmenin yanı sıra ders kitaplarına da girmeye layıktır. Üstelik orası burası kesilmeden, kanatılmadan…
Anadolu’nun hoşgörü felsefesini özümsemiş Bektaşi geleneğinden gelen ak saçlı, nefesinin kerametine inanılmış ve eşinin ölümünden sonra dedelik hizmetini sürdüren bir Alevi Ana’nın söyledikleri son zamanlarda içimi en çok ısıtan cümlelerdendir. Kendisiyle benlik, bencillik, seçtiğimiz yollar hakkında muhabbet ederken, “Bu hevesi sana Hak verdi. Herkese vermez bu hizmeti, onun kıymetini bilenlere verir” demişti.
Edebiyat kelimelerin kıymetini bilmektir. Biz hizmette kusur etmediğimizi düşünüyoruz. Gökkuşağı gibi, hayatlarımızın üzerinden geçen edebiyatın kıymetini her an, her dakika biliyor ve bize bu gücü bahşeden edebiyat tanrısına şükranlarımızı sunuyoruz. Ancak, artık tümüyle bağımsız bir edebiyat ortamı için edebiyatın ruhu olan kelimelere ve cümlelere itibarını iade etmenin zamanı da çoktan gelmiştir.
Edebiyat “edep” demez.
Bu nedenle gerçekleri ve rüyaları anlatma hevesinin yazarların elinden alınmasına hayır demeliyiz.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (12 Mart 2013)