Edebiyatta kanonik yapıyı görmek için tarihsel çıkarımlara gitmeye gerek yok, bence. Bugün “kuşak” kavramı parçalanmış da olsa, geçmişten taşınan birikimin öne çıkan adlarıyla edebiyatın varlığına/etkisine dair edebileceğimiz sözler gene gelip yapıta/yazara dayanmaktadır. Eğer siz tarihsel dönemin içinden bakarsanız; Namık Kemal “millî şair”, Halit Ziya “kurucu romancı”dır.
Yazarın/şairin varlığının tek ölçütü “yapıt”ı olduğuna göre; bunun yaşanırlığı/etkisi, kuşaktan kuşağa aktarılan sesi çok daha önem kazanır. Yani, bunlar okunduğunda bugün bize ne anlatıyor… Dahası, etkisi/ivmesi, insana dair sözü nedir…
Uzatmadan hemen Shakespeare örneğine dönebiliriz; Harold Bloom’un haklı savını da destekleyerek.
Kanonik yapının odağına Shakespeare anlatısını koyduğumuzda, onun bu 450 yıllık varlığını, ancak yapıtlarındaki insani öze bağlayabiliriz. Kuşkusuz şunu da göz ardı etmeden: Shakespeare’i var eden Elizabeth Çağı Rönesansı’dır.
Bugün, bizde, hiçbir kuşağa akıma/döneme bağlı kalmadan varlığını sürdüren Sait Faik Abasıyanık’ın 80 yıldır okunuyor olması anlatısının gücünü göstermektedir. Bunu Nâzım Hikmet için de söylememiz mümkün. Ama onları çıkaran ortamı da yadsımamak gerekir.
Şimdi, buradan bakınca, edebi kanonun gücünü tamamen kuşaktan/ (edebi)dönemden almadığı gerçeği çıkıyor ortaya. Ayrıca bir düşünceye, siyasi erke bağlanmışlığın, aidiyetinin de burada çok önemi yok. Yani belirleyicilik taşımaz. Estetik ölçü her zaman ön plandadır.
Burada kanonu savunarak bir şeyi açıklamak değil amacım. Ama edebiyatta kanonik yapıyı kurabilen bir yazara dönerek yüzümü, gene edebiyatın gücüne bakmaktır çabam.
Günümüzde çoksatarlık, popüler kültürün ikonu haline gelmek hiçbir zaman “iyi edebiyat”ın ölçüsü olmadığı gibi, gelecekte kurulabilecek bu kanonik yapıda da bunların esamesi okunmayacaktır.
Eğer bir kanonik yapıdan söz ediyorsak; Nâzım Hikmet’in karşısına Necip Fazıl’ı çıkarıp, Tevfik Fikret mi, Mehmet Akif mi gibi safsatacı söylemlere kapılıp, bir ölçüt kurmaya çalışmanın yersizliği ortada. Yol açıcı/öncü kimlik olmanın ötesinde; yapıtıyla çağdan çağa taşınan olmak her şeyin başı.
Günümüz edebiyatı bizden bunu istemektedir; yazarları/şairleri, yapıtları bir hipodromda yarış atı kılmayı değil.
Yapıta bakarak kavramak, anlamak, değerlendirip görmek… Başkaca da bir ölçüt yok.
Kanonik yapıda öncül olma durumu kadar özgünlük esastır, bence. Asıl sürekliliği sağlayandır özgünlük, estetik yapı.
Zaman zaman şunu düşünmeden alamam kendimi: Nâzım Hikmet’in şiirde yaptığını romanda kim yapmıştır…
Yaşar Kemal mi?
– Hayır!
Oğuz Atay mı?
– Hayır?
Orhan Pamuk mu?
– Hayır!
Peki, öyküde?
– Elbette ki Saik Faik.
Tarih bilinci, felsefe, bilimsel-teknik alandaki verilerimiz romandaki gelişip gelişmeme düzeyimizin etkileyici kaynağıdır, bence. Her şeyden öte burjuva sınıfımız yok; ülke tarihinde ne toprak ne din ne sınıf savaşı olmuştur; ne de endüstri devrimi yaşanmıştır. Bir aydınlanma rönesansından söz etmek mümkün değil.
Roman, bizde, iki kanaldan kendine yol bulmuştur: sözlü gelenek, çeviri edebiyat. Sözden beslenip, Batı romanının yaptığını yapmaya çalışmışız. Ahmet Mithat Efendi’nin hiçbir yapıtının neden özgün olmadığı, kendisinin de bu anlamda “kurucu romancı” olamadığı ortada.
Hatırlayalım şu anekdotu: Emile Zola’nın Gerçek romanını okuyan Mustafa Kemal, Reşat Nuri Güntekin’den bunu Türkçeye çevirmesini ister. 1928’de yazılan Yeşil Gece’si de, bir bakıma, bunun “yerli versiyonu”dur. Toplumdaki din-laiklik çatışmasına Zola’nın roman yapısı ekseninde bakılır. Reşat Nuri, oradan edindiği yol/yordam, yöntemle yaşadığı dönemin gerçekliğine bakmıştır.
Demem o ki; özgünlük bir süreçte oluşur, işte benim “kurucu yazar”/ “kurucu yapıt” dediğim de o süreçlerin ürünüdür. Kuyruklu yıldız gibidir bu, bir ülke edebiyatında her dönem/zaman olacak/oluşabilecek bir şey değildir.
Bu anlamda Sait Faik’i öykü kanonunun, Nâzım Hikmet’i şiirin merkezine oturtabiliyoruz; ama romanda hâlâ soru işaretlerim var!
Halit Ziya, Tanpınar sesleri duyuyor gibiyim…
Kuşkusuz şöyle bir karşılaştırma yapacak/soracak değilim:
Proust’un, Joyce’un, Faulkner’ın, Woolf’un, Kafka’nın, Marquez’in karşısına koyacağımız kimler(imiz) var?
Gene de ben düşünüyorum bu sorumun yanıtını, varın siz de düşünün sevgili okurum. Ama tarihsel bir seyrin/edebiyatı tarihselleştirmenin tutsağı da olmadan…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (16 Eylül 2014)