Arşivimi düzenlerken, geçmişte yazarlarla/kültür insanlarıyla yaptığım konuşmaların kayıtlarını içeren ses kasetlerinin çokluğu karşısında şaşırmıştım.
Sanırım, bunların sayısı üç yüzü aşıyordu. Üşenmeyip yaptığım listeyi gözden geçirdim, evet doğruydu.
Aziz Nesin’den Peride Celal’e, Vedat Günyol’dan Hulki Aktunç’a, Erdal İnönü’den Emre Kongar’a, Neşet Günal’dan Semih Balcıoğlu’na bir dolu insan… Ses kayıtları, fotoğrafları. Ötede ise sorular hazırlayıp ilettiğim, gene edebiyatımızın önemli birçok adının yazılı yanıtları vardı arşivimde.
Benimkisi bir merak/tutkuydu.
Edebiyatın sözlü tarihini kayda geçeceğim diye bir çabadan yola çıkmıyordum. Ama bilip yaptığım, öğrenip anlamaya çalıştığım şuydu: Karşıma çıkan yazar/kültür insanı hangi ortamda/nasıl yetişmişti. Kimlerle tanışıp etmişti, hangi koşullarda var etmişti kendini. Doğduğu kent, aile ortamı, aldığı eğitim, okuma/yazma, sanat uğraşına yöneliş ve daha birçok şey…
Ölümünden neredeyse iki yıl önce, Sait Maden’le, artık adını koyduğum; “sözlü edebiyat/grafik sanatı tarihi”ni kayda geçecek bir çalışmayı başlatmıştım.
Orada zor olan, Sait Maden ‘in konuşup anlatmayı pek sevmemesi, ses kaydına, fotoğraf çektirmeye yanaşmamasıydı. Hatta öyle ki; bir gün, eşi Ayten hanıma şunu söylediğimi hatırlarım: “Ayten hanım, buluşmalarımıza sizi de katacağım, çünkü siz olunca anlatıyor Sait ağabey!”
Düzenli olarak haftada bir, bazen on beş günde bir Cuma günleri Sirkeci Gar Lokantası’nda öğlenleri buluşup konuşuyorduk yemek ve rakı eşliğinde.
Kuşkusuz anlattırdığım “anı”ları değil, tanıklıkları/yaşanmışlıklardı… Kendi bireysel öyküsünü var eden toplumsal koşuların neleri içerdiğiydi. Bir tür hatırlama eylemi, bellek yolculuğuydu. Bunu da yalnızca sorularla değil, okuyup ettiklerimle, dinlediklerim/hatırladıklarımla yapıyorduk. Her birini soruya dönüştürürken de; kayda geçmesi gerekenleri ortaya çıkarmayı amaçlıyordum.
1931 Çorum doğumlu Sait Maden tam bir taşıyıcı bellekti. Hem kişisel tarihi önemliydi, hem de gelip edebiyat/sanat ortamına girerek edindiği yer/konum, uğraşılarıyla oluşturduğu birikim. O, yayın/sanat/edebiyat ortamının odağında bir yerdeydi; bir buluşma noktasıydı adeta Cağaloğlu’nda. Yazın tarihi kadar yayıncılık, hatta basım tarihinin de tanığıydı.
Remzi Bengi’den Nazar Fikri’ye, Arslan Kaynardağ’dan İsmet Zeki Eyuboğlu’na , Cemal Süreya’dan Memet Fuat’a, Oğuz Akkan’dan Kemal Karatekin’e; İstanbul Matbaası’ndan Hilal Matbaası’na, Numune Ciltevi’nden Reyo Matbaası/Ferit Erkman’a…Gerçek Yayınları’ndan Adam Yayınları’na öylesine geniş eksende var olan biriydi ki o; çizgisinin/tasarımının dokunmadığı bir yayınevi, dergi yok gibiydi…
Ne yazık ki onun belleğine kimse başvurmadı. Anlattırmadı da bu birikimini. Arşivine de kimse ilgi göstermedi Ömer Durmaz dışında.
Kuşkusuz bu ilk ve tek örnek değildir.
Benzer durumu Salâh Birsel ve Vedat Günyol’da da yaşadığımı söyleyebilirim.
Hiç unutmuyorum, Gerçek Yayınevi henüz Cağaloğlu’ndaki yerindeydi. Fethi Naci’ye uğramıştım. “Kaç gündür senin için çalışıyorum. Yevmiyemi senden alacağım,” demişti gülerek. Daktiloda benim ilettiğim soruları yanıtlamakla meşguldü. O çalışırken ben de fotoğraflarını çekedurmuştum. Bugün dönüp baktığımda; iyi ki o konuşmayı yapmışım diyorum.
Aslında, bir zamanlar yapmak isteğim yayıncılığın bir ayağı da sözlü edebiyat tarihi çalışmalarını kayda geçmekti. Hem kendim birkaç örnek yapmıştım, hem de hazırlatmıştım. Neredeyse kitaplarını yayımladığım tüm yerli yazarların fotoğraflarını, fotoğraf sanatçıları Nevzat Çakır, Lütfi Özgünaydın, Haluk Özözlü, Taner Şehrî’ye çektirmiştim. Özdemir İnce, Hilmi Yavuz, Erhan Bener, Tahsin Yücel, Doğan Hızlan, Metin Altıok, Yaşar Kemal çalışmaları bu bakışla ortaya çıkmıştı. Ardı gelecekti, başlattığım “anı” dizisi de bu amacı içeriyordu. Oturup yazarı/kitabı bekleyen yayıncı değil, yazarına/konusuna/kitabına giden yayıncılığı seçmiştim.
Bugün kapatılması gündeme gelen Türkiye Yazarlar Sendikası belgeliği bir bakıma bu konulara ne denli duyarsız kaldığımızın bir örneğidir.
Bu son durum, elimdeki arşivi böylesi bir yerle paylaşamayışımı pekiştiren/doğrulayan bir olgudur.
Gelelim “sözlü edebiyat tarihi” çalışmalarında neden geç kaldığımıza. Özellikle üniversitelerin bu konuyu bir alan çalışması olarak ele almaları gerekmektedir. Her üniversite kendi yöresinden çıkmış yazarlar/sanatçılar üzerine kayda geçirilecek bu tür sözlü tarih çalışması yapmalıdır.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki derslerimde yazar konuşmalarını başlatırken şunu önermiştim: Sinema bölümü bu konuşmaları kayda geçsin, fotoğraf bölümü de fotoğraflasın. Sonrasında bu konuşmaları farklı zamanlarda tamamlayıp bir arşivde biriktirelim. İleride bunlar kayda geçirilerek kitaba da dönüşebilir.
Oya Baydar, Nedim Gürsel’le başlayan bu söyleşilerin ardını getirememiştik ne yazık ki! Çünkü bunu algılayacak ufuk/birikimden yoksunuz. Herkes günü kurtarmanın derdinde. Her şeye “para” gözünden bakıyoruz ya da “ne getirecek bu” diye bir bakışımız var. Hangi bellek, ne tarihi; kimin umurunda?!
Leyla Neyzi’nin Nasıl Hatırlıyoruz? / Türkiye’de Bellek Çalışmaları, İstanbul’da Hatırlamak ve Unutmak kitaplarını okurken bu konuyu gene düşündüm ister istemez.
Konu geldi kütüphanemin 25 bin kitaplık bölümünü ve sözünü ettiğim arşivi Bursa Nilüfer Belediyesi’nin kütüphane birimine verip vermemeye dayandı.
Kaygılıyım bu konuda da. Bir yandan bu seçilmiş, biriktirilmiş, düzenlenmiş kitapların ve kayıtların okura açılmasından yanayım ama diğer yandan da gün gelip bu belgelerin ve özenle seçilip/saklanmış kitaplığın dağılıp gitmesinden endişeliyim…
Evet, Cumhuriyet Türkiyesi ne yazık ki iyi bir edebiyat tarihi ve bellek müzesine sahip değildir.
Yapılan/açılanlar nedir diye sorarsanız; gülümseyebilirim ancak! Bunlardan birinde karşılaştığım traji-komik durumla ilgili Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’e “açık mektup” yazdım gazetede. Anladım ki; onun da, dolayısıyla mevcut iktidarın da çok umurunda değil kültür, edebiyat, sanat, bellek vb.
Sanırım konuyu gündeme getirip enine boyuna tartışmanın zamanı… Yerel yönetimler bunun ilk önemli durağıdır bence. Diğer bir ucu da üniversiteler.
Ne dersiniz, sizce de konu her dem önemli değil mi?
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (17 Şubat 2015)