Belirli bir düşünce, ideoloji veya hayat felsefesinin doğum sancılarını yaşamayan kültürlerde, kavramların çerçevesi maalesef belirsiz kalır. Sözgelimi, modern süreci yaşamaya başlayan ve bunu hayatın hemen hemen bütün dinamiklerinde hisseden Batı’nın sanatı da bu anlayışla şekillendikten çok sonraları bizde “modern” kelimesi karşılık bulmaya çalışır. Hemen sonraki süreç de benzer: Modern algının her şeyi akılla anlamlandıran görüşüne karşı oluşan postmodern karşıt cephe, sanatta kendini gösterdiği yıllarda bırakın modern hayata kafa tutmayı, onun ne olduğunu henüz tam anlamıyla çözememiştik bile!
Sinyalin zayıf ve kopuk kopuk iletildiği bir uzak bağlantı olarak düşünmek gerek bizdeki durumu. Kavramlar ve kelimeler gündelik yaşantıya, hayat algısına; kısacası büsbütün bir kültüre yerleşmediği için onu yaşamayı da anlamlandırmayı da tam olarak beceremiyoruz.
Kanon da işte böyle. Sınırları, yaşam alanı belirsiz bir kelime. Ben kelimeyi yine de en bilindik anlamıyla, edebiyatta yeni bir ana damar açan/bir sürekliliğin öncüsü olan sanatçı ya da dönemler üzerinden anlamlandırmaya çalışacağım.
Batı’da bu konu üzerine en çok çalışan isimlerin başında H. Bloom geliyor. Belirgin kırılmalardan yola çıkarak bütün Batı edebiyatının kanonlaşma sürecini inceleyen Bloom’un çok sevdiğim ve doğru bulduğum bir tespiti var: Bloom’a göre kanonu genişletecek bir metinle karşılaştığınızda muhakkak tuhaf, tekinsiz bir şaşkınlıkla karşılaşırsınız ve başka birinden etkilenme korkusu, kudretsiz isimleri sakat bırakırken kanonsal zekâları daha çok harekete geçirir.
Öyleyse ‘tuhaf’ ve ‘tekinsiz’ hissi uyandırarak edebiyata yeni bir akış güzergâhı açacak kanonik bir metin, her şeyden önce ‘farklı’, ‘sıra dışı’ olmak zorundadır. Olaya “kanonsal zekâ” perspektifinden bakınca da kanonik bir sanatçının, öncülleriyle kurduğu edebi bağın güçlü olması gerekecektir. Peki böyle bir sanatçı/metin, bizde nasıl karşılanır, biraz bunun üzerine gitmek gerek.
Öncelikle “farklı” ve “sıra dışı” bir yazar ya da metinle karşılaştığımızda Bloom’un dediği gibi tuhaflaştığımızı, hatta neredeyse garipleştiğimizi söylemeliyim. İşte asıl yaklaşımımız, bu gariplik hissinden sonra gösterdiğimiz reaksiyonda gizli. Bize çok değişik, apayrı gelen bir metin karşısında ne yapacağımız, elbette daha önce ne yaptığımızla doğru orantılı olacaktır: Tanpınar’a, Bilge Karasu’ya, Oğuz Atay’a ne yaptıysak onu yapacağız. Kendi kanonunu kurmaya çalışan sanatçıları elbette öncelikle yadırgayacak, toparlanıp silkinmeleri için biraz süre vereceğiz. Baktık ki olmuyor, bunlar var olan sınırları zorlamaya kararlı; ötekileştirip, anlamsız bulup bir kenara savuracağız. Ne zaman ki edebiyatta savundukları yaşam algısı hayatımıza sirayet etmeye başlayacak (ki bu maalesef, sanatçının ölümünden sonraya denk gelir) o zaman onları “sanki” bir kanon oluşturmuşlar gibi popüler kültürün içindeki bazı ayrıntılarla eşdeğer görüp sanatlarının ve metinlerinin ve kimliklerinin içini boşaltacağız. Onların edebiyatta savunduğu yeni, farklı anlayış biçimi, toplumda karşılık bulmuş ve içselleştirilmiş olsaydı bugün onların oluşturduğu kanonlar hakkında konuşuyor olurduk. Oysa edebiyatımızda isimleri çokça geçiyor olsa dahi bir Oğuz Atay ya da Tanpınar kanonu maalesef yok; onların kişiliklerinin ve metinlerinin malzeme edildiği bir kitsch edebiyatı furyası var.
Bütün bir edebiyat döneminin/akımının yalnızca birkaç öncü isim üzerinden şekillendiğini göz ardı ederek ardıllarının, kanon oluşturabilecek bir isimden etkilenme ihtimalinde neler olabileceğini düşünelim: Taklitçilik, hatta intihal çığlıkları!
Murathan Mungan Çador’da, Orhan Pamuk Kara Kitap’ta, H. Ali Toptaş Bin Hüzünlü Haz’da aynı konuyu anlatırlar. Oysa teker teker metinleri okuduğunuzda, asla birbirleriyle benzerlikler kuramazsınız; her üçü de özgün birer sanat metni ortaya koymuştur. Bir tesadüf diyebilirsiniz. Ama ben, yazılma süreçlerinde üçünün de bir diğerinin romanından habersiz olduğunu düşünmüyorum. O halde sanatçı gerek konuda gerekse yazınsal tekniklerin herhangi birinde ya da birkaçında diğer sanatçılardan esinlenebilir. Metnin özgünlüğünü ortaya koyansa, sanatçının bu esinden hareketle çıktığı yolda kendi sesini ve akışını bulup bulamadığıdır.
Kanon mu eğilim mi?
Peki kanon nasıl oluşur? Kendiliğinden gelişen bir süreçten mi bahsediyoruz yoksa planlı ve sistemli bir hareketten mi?
Öncelikle, sürecin planlı olması için ortak akıl yürüten bir yazar/şair/eleştirmen topluluğunun oluşması gerekir. Bu, bizde hiçbir zaman var olmadı. Belki önceleri, Tanzimat ve Servet-i Fünun’da Namık Kemal, Halit Ziya, Tevfik Fikret gibi öncü isimlere rastlansa da özellikle Cumhuriyet devrinde derin bir yarılmadan, yeni bir kanonik akıştan söz etmek çok akıl kârı görünmüyor. Malumdur: büyük ülkülerin, ulvi ideallerin değersizleştiği; mikroevrenin önem kazandığı bir çağdayız. Eskiden olduğu gibi bir kavramın ya da ismin etrafında bayraklaşan fikirlerden, isimlerden bahsetmek mümkün değil. Bilginin gitgide sıradanlaştığı ve değersizleştiği bir ortamda, önceleri hemen her konu hakkında söz sahibi olan sanatçının da liderliği bitti, söz hakkı herhangi biri kadar. O nedenle kanona yeni bir alan açacak büyük bir ismin ortaya çıkması neredeyse imkânsıza yakın.
Sanatın, toplumun hayatına bütüncül anlamda etki ettiği kültürlerde kanonu kimi zaman iktidar gibi “bir üst kudretin” yönlendirdiği söylenebilir. Aynı şekilde bizde de kanon; devlet, iktidar gibi güçler tarafından bile isteye yönlendirilen bir tercih olabilir mi? İhtimal vermiyorum. Çünkü sanatın ve edebiyatın gücü bizde hiçbir zaman yeterince güçlü kılınamadı. Edebiyat, iktidar sömürgelerinin fethetme arzusuyla yanıp tutuştukları bir koloni değil; kitleleri cezbetmiyor. Bir reklam filmiyle, bir romandan kat be kat fazla etki yaratabildiğiniz bir toplumda, aklınız varsa, tutup da sanatın zayıf gücünden faydalanmaya çabalamazsınız.
Ne yazık ki bugün kanon sandığımız şey, aslında yalnızca ‘eğilim’. Aradaki fark nedir diye soracak olursanız; kanonda öncelikle kanonun kendisi vardır. Herhangi ikinci bir cezbedici unsur için kanon kendisinden vazgeçmez. Dolayısıyla kanonik bir sanatçı da öncülleriyle olan bağındaki kriterlerini “çok satmak, ilgi odağı hâline gelmek, ödüller kazanmak” olarak belirlemez. Beğendiği, kendi hayat ve sanat görüşüyle ortak paydada hissettiği sanatçı/sanat eseri ile yakınlık kurmak ister yalnızca.
Oysa bugün, sanatın ana damarları üzerinde etkisi olan bütün sacayaklarına baktığınızda, sistemleştirilmiş bir ‘eğilim’ görürsünüz. Yayınevleri satabileceklerine inandıkları kitapları basıyor, eleştirmenler göz önündeki kitapları eleştirmek yerine tanıtıyor, jüriler ise ödülleri dağıtırken edebi kalite yerine sansasyon gücünü önceliyor. Dolayısıyla birbiri ardına tekrar eden gerçek bir kanondan ziyade, güncel hayattaki değerine göre belirlenen bir edebiyat eğilimine maruz kalıyoruz. Bir dönem tasavvufi şiirler, bir dönem Mevlevilik, tarihi romanlar… O anda gündemde olan, satış vaadi sunan neyse, o.
Kanon oluşturacak kalitede sanatçılar aslında yok değil. Fakat sistem ya onları da güncelin içine çekerek alışveriş mağazalarında imza günü yapmaya, billboardlarda gülen fotoğraflarını yayımlamaya zorluyor ya da okuru, kalitesinden ödün vermeyen sanatçıdan uzaklaştırarak kendi formatına uygun yazarların metinlerine sevk ediyor. Bugün, Orhan Pamuk’un bir kanona yön verememesinin en büyük sebebi, edebiyatın piyasalaştırılması/satış oranlarına mahkûm edilmesidir.
Oldukça karamsar bir tablo çizdiğimi düşünebilirsiniz. Ne var ki durum tastamam bu. Güçlü bir kanon oluşturma ihtimalimiz hiç yok mu derseniz, var elbette. Ancak yeni bir Adalet Ağaoğlu, Demir Özlü, Füruzan romanı; kapağında allı pullu aşk figürleriyle köşe bucakta arz-ı endam eden kitsch ürünü kitaplardan daha çok gündem yaratabildiği zaman.
Tekin Budakoğlu – edebiyathaber.net (7 Haziran 2016)