Dünyanın kenarda kalan, anlatılması olanaksız, bulanık alanlarına ve çevrelerine sadığım. Hatalarımı yineliyorum ve bunun gerekli olduğunu düşünüyorum.
Edebiyatın Cadıları serisinin sekizincisinde, yaşayan bir ahir zaman cadısından bahsetmenin mutluluğunu yaşıyorum. Bilirsiniz, cadılar ölmez sadece boyut değiştirir ama Olga Tokarczuk kanlı canlı bir Edebiyat Cadısı. Ve diğerleri gibi kimselere aldırmadan, kendi bildiği, istediği şekilde yazan, nevi şahsına münhasır bir yazar. Hani hep söylendiği üzere; romanlar bir görüşü, bir düşünceyi savlayan ya da bilgi veren, fikir beyan eden metinler olmamalı, sadece göstermeli, asla savunmamalı…, tarzındaki tezlere hiç aldırış etmiyor. Çünkü tamamen bir kültür varlığına dönüşmüş insanın, okuduklarından aldığı estetik hazzın, içsel ya da dolayımsız değil, doğduğu andan itibaren kendisine öğretilen, dayatılan bu yapay kültürden beslendiğini gayet iyi biliyor. Bu sebepten bizzat kendi silahıyla vuruyor onu. Elbette eşsiz bir edebi incelik, müthiş bir gözlem, olağanüstü bir hayal gücü, seyrelmiş bir duyarlılık ve zekice bir kurguyla yapıyor bunu. Yaşadığımız şu “post-truth” çağda, bir ahir zaman cadısı olarak üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor. Kültüre karşı Doğa, yapay olana karşı doğal olan diyerek insanmerkezci dünya anlayışını yerle bir ediyor romanlarında. İnsan denen gözü dönmüş güruhun, dünya üzerinde sebep olduğu her türlü felaketin izini sürerek onların bu akıl almaz vahşetini tüm çıplaklığıyla önümüze seriyor.
Kendinden önceki tüm kadim cadı yazarlar gibi içinden taşan önlenemez bir güçle yazıyor Olga Tokarczuk. Ve onlar gibi sözcüklere dökülemez olanı sözcüklere dökmeye, dille anlatılamaz olanı dillendirmeye girişiyor. Uçsuz bucaksız hayal gücü ormanlarının, dipsiz bilinçdışı dehlizlerinin ve tekinsiz dünyaların arkaik sesi, efsunlu ruhuyla yazıyor. Başlangıçsız ve bitişsiz anları, imbiğin içinden süzülen parça parça hayatları, bölük pörçük yaşanan olayları âdeta resmediyor. Kendi deyişiyle, “Zamanı değil, içindeki çizgileri, düzlemleri ve geometrik şekilleri” aktarıyor. Geçmiş ve geleceğin hep içten içe olageldiği ve şimdiyi sonsuzca böldüğü döngüsel bir zaman bu. Hakikatin en fazla yüzeyde kendini gösterdiğini bilerek göz önünde olanı farklı bakış açılarıyla kaleme alıyor. Ters, yamuk, kıyıdan, köşeden bakıyor onlara ve böylece yeni bir gözle, taze bir zihinle hikâye ediyor. Edebiyatın en aktivist cadısı olarak sözcükleriyle kışkırtıyor insanları ve şölensel bir manifestoya dönüştürüyor cümlelerini.
1962’de Polonya’da doğmuş yazarımız. Varşova Üniversitesi’nde psikoloji eğitimi almış ve Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Jung üzerine çalışmalar yapmış. Edebiyata şiir yazarak başlamış ve ilk kitabını 1989’da yayımlamış. Hâlihazırda dokuz romanı ve üç öykü kitabı bulunuyor. Ne mutlu ki yaşarken değeri bilinen yazarlardan. 2008 yılında Polonya’nın en önemli edebiyat ödülü olan Nike Ödülü’nü, 2015 yılında ise Polonya Kültür ve Doğal Alan Bakanlığı tarafından verilen özel bir edebiyat ödülü aldı. “Koşucular” romanıyla 2018 Man Booker International Ödülü’nü kazandı ve aynı yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldu. Yazar kimliğinin yanı sıra Polonya Yeşiller Partisi üyesi bir aktivist ve bir vejetaryendir. Yaşam hakkı elinden alınmış hayvanları, bir avuç toprağa muhtaç bırakılmış bitkileri, suları çekilmiş nehirleri, rengini yitirmiş gökyüzünü, kısaca merkezini kaybetmiş dünyanın içinde bulunduğu, içler acısı durumları, yazar. Polonya üzerine düşünür ve onun toplumsal, siyasal, kültürel tarihi üzerine yazar. Bir asri zaman cadısı olarak kendi ülkesinden yola çıkıp sınırlar üstü bir evrenselliğe ulaşan ender yazarlardandır o.
Gelelim “Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler” isimli romana. Polonya’da 1996 yılında yayımlanmış. Türkiye’de ise Timaş Yayınları tarafından, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe’den özenli çevirisiyle, Aralık 2020’de basıldı. Aynı yılın Şubat ayında, bir Wiliam Blake dizesi olan “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri üzerinde” isimli romanı da yayımladı Timaş. Yazarın her iki kitabını, yeni bir edebiyat cadısıyla karşılaşmanın verdiği esrik bir coşku ve müthiş bir edebiyat hazzıyla, arka arkaya, soluksuz okudum.
Her zamanki şiirsel, imgesel ve metaforik anlatımıyla büyüleyici ama tekinsiz bir evren yaratmış Olga Tokarczuk. Diğer romanları gibi iç içe geçmiş zamanların, parçalara ayrılmış anların hikâyesi Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler. Çağdaş bir masal anlatıcı, modern bir cadı olarak; olay içinde olay, zaman içinde zaman, mekân içinde mekân, kurgu içinde kurguyla aktarmış öykülerini. Yaşananları bir bütün olarak değil, bölümler, anlar, durumlar halinde yansıtmış.
Roman, evrenin merkezinde yer alan Kadimzamanlar isimli hayali bir kasabada geçer. Hayalidir ama Polonya sınırları içinde ve bilindik şehirlerle çevrilidir. Dört bir yanı dört ayrı melekle korunan bu küçücük yerleşim yerinin sınırlarından Aknehir ve Karanehir olarak adlandırılan nehirler akar. Ayrıca tam ortada, bu iki nehrin karşılıklı birleşme arzusundan doğan üçüncü bir nehir yer alır. 1914’ten 1980’lere kadar geçen uzun bir zaman sürecinde, o küçük kasabada olan biteni, tarihi ve coğrafi bir kolaj şeklinde aktarır Tokarczuk. Savaşı, düşmanlığı, yokluğu, bolluğu, yalnızlığı, kalabalığı, sevgiyi, öfkeyi kısaca insan olmanın tüm hâllerini görmüş geçirmiş üç farklı kuşaktan onlarca insan yer alır romanda. Elbette sadece insanlar değil, Kadimzamanlar’ da yaşayan diğer varlıklar da dâhildir anlatıya. Hayvanlar, bitkiler, mantarlar, nesneler, tanrılar, melekler, ruhlar… Ve hepsinin kendine özgü hikâyeleri vardır.
Her yerde olduğu gibi Kadimzamanlar’da da zaman, her varlığın üzerinden, farklı biçimlerde ve bambaşka etkilerle geçer. İnsanlar düşünen varlıklar olduğundan, zamanı yutarak tüketirler. Geçmişi, şimdiki zamanı, geleceği deneyimleyip içselleştirerek sürekli bir değişimin, dönüşümün öznesi olurlar. Melekler ise insanlara özgü düşüncelere, içgüdülere sahip olmadığından ve sadece sonsuz bir acıma duygusuyla dolu olduklarından dünyevi olayların yer aldığı zamana odaklanmakta zorlanırlar. Jeszkotleli Meryem Ana’ya gelecek olursak, O, ikononanın dekoratif çerçevesinden kiliseyi kısıtlı bir biçimde gördüğünden insanların dualarına yeteri kadar yanıt veremez. Bu yüzden zamanla pek ilgisi olmaz. Diğer tüm nesneler gibi Kahve Öğütücü de zamanın ve hareketin olmadığı, başka bir gerçeklikle demlenmiş varlık olduğundan, fani ve geçici olanı yakalayıp emerek dünyanın dönüşüne zamansız bir katkı sağlar. Kavşaklarda ve yol kenarı hanlarında avarece dolaşıp içine gireceği yeni bedenler arayan Boğulan Adam Derekuşu’nun ruhu da zamanla bir ilişki kuramaz. Maddi dünyada bir serseridir o, ruhlar dünyasında da istenmez. Fakat düşünceyle hareket edebileceğini keşfettiği an, Sisin Kralı, adını verir kendine ve böylece (içinde biriken öfkeyi karşılaştığı her yaratığa az çok bir kötülük yaparak gösterebildiğinden), zamanın içinde yer almayı başarır.
Oyunun zamanı ise çağlar ötesidir. Zaman içinde yapılan seçimlerden oluşan uzun bir yolculuktur onunki. Kasabanın sınırında yer alan Ihlamur ağaçları, tüm bitkiler gibi, kökenleri ağacın tohumlarında yatan sonsuz bir düş yaşarlar. Düş, onlarla büyümez veya gelişmez, hep aynı kalır. Bu sebepten ağaçlar, zamandan sonsuza dek salıverilmişlerdir. Onlar dünyayı zamansal olarak değil, maddesel olarak deneyimler. Hayvanların zamanıysa hep şimdiki zamandır. Onların aklında, zamanın akışını filtreleyen bir organ yoktur. O yüzden sadece şimdi ve burada çekerler, acıyı.
Altmış altı yıla yayılan uzun bir zamanı parçalayıp ince ince dilimleyerek seksene yakın bölümle hikâye eden müthiş bir roman, Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler. Olayların veya varlıkların ansiklopedik bir tasviri ya da kısa bir özeti değildir okunan, ustaca kurgulanmış ve çarpıcı ayrıntılarla bezenmiş şiirsel bir anlatıdır. Edebiyatın en aktivist cadısı Olga Tokarczuk’un kendine has estetik yoğunluk ve eşsiz hayal gücüyle yazdığı, büyülü ama gerçek, masalsı ama sahici, bulanık ama çarpıcı, yöresel ama evrensel, çok katmanlı bir romandır.
Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (4 Şubat 2021)