Edebiyatın Cadıları, serisinde sıra geldi bu toprakların cadılarını yazmaya. Elbette ilk akla gelen isimdir, Sevim Burak. Yazdıkları, yaşadıkları, dünyayı algılama ve yorumlama biçimiyle tam bir edebiyat cadısıdır o. 1960’ların başında yazdığı ilk öykü kitabı, Yanık Saraylar, üstünden altmış yıl geçmesine rağmen hâlâ özgünlüğünü koruyan ve bir çok anlamda hâlâ aşılamamış bir eserdir kanımca.
İlginç bir şekilde, Güney Amerika’nın en özgün cadılarından Clarice Lispector’la -ki benim için edebiyatın bir numaralı cadısıdır- benzeşir Sevim Burak. Dünyanın iki ayrı ucunda yaşamış iki aykırı kadın; aynı dilde konuşup, aynı sözcüklerle yazan. Benzersiz bir dille, kendi yarattıkları, edebiyat cadısı diliyle yazan kadınlar. Muhtemelen birbirlerini hiç tanımamış, hatta yazdıklarını okumamışlardır, fakat ne önemi vardır bunun? Onlar ki cadı tanrıçalar Titanlı Hekate, Romalı Diana, Anadolulu Kibele’nin çocuklarıdır ve onlardan aldıkları esinle hayat vermişlerdir eserlerine. Çağların çok ötesinden insanlığa seslenen bu ortak bilincin sesini duyup o sesle büyülenen ve o sesle yazan, zaman dışı yazarlardır onlar. Tekinsiz dünyaların, tehlikeli bataklıkların sesidirler aynı zamanda. Ölümden yola çıkarak yaşama, hiçlikten yola çıkarak varoluşa ışık tutmaya çalışırlar. Yazdıkları üzerinden değil 60 yıl 600 yıl dahi geçse asla eskiyip güncelliğini yitirmeyecektir eserleri.
Clarice Lispector 1920’de doğup 1977’de 57 yaşında ölmüş. Sevim Burak ise 1931 yılında doğup 1983’de 52 yaşında ölmüş. Genç sayılacak bir yaşta zamansal dünyayı terk ederek ölümsüz tanrıçaların arasına karışmış her ikisi de. Renkli ve gizemli kişilikleri, farklı ve çekici güzellikleri (İkisi de panter gibi bakan çekik yeşil gözlere ve çıkık elmacık kemiklere sahip), yıllarca hastalıklarla boğuşmaları ve en önemlisi edebi anlamda biricikliği ve özgünlükleriyle birbirlerinin ruh ikizi gibidir. Sevim Burak’ın eserlerinin başında editörün şöyle bir notu yer alır: Sevim Burak’ın özgün yazınına müdahale edilmemiş; düzeltide, çelişkili kullanımlarda sık tekrarlananlar ve/veya doğru yazımlar esas alınarak uygulama yapılmıştır. Tıpkı Clarice Lispector’ün eserlerinin başında, deneysel bir noktalama ve imlâ kullandığı, bu kullanımın rastgele olmadığı ya da dilbilgisi kurallarını bilmemekten kaynaklanmadığını ve bu uslüp özelliklerine kesinlikle dokunulmaması gerektiğini, editörüne yazdırdığı gibi.
Süpürge yerine kalemini kullanan, nefesiyle sözcükleri havalandıran, başkasının kanını değil kendi kanını akıta akıta yazan cadılar. İçlerinden taşan, kendilerinin dahi anlayamadığı, önlenemez bir güçle yazan kadınlar. Kimselerde olmayan parlak içgörüleri ve derin sezgileriyle, sayıklar gibi dökülen bin yıllık seslerini hiç ziyan etmeden söze, sözü ise şiire dönüştüren edebiyat cadıları. İşte bu yüzden başlangıçsız ve sonsuzdur öyküleri; geçmişin, geleceğin ve şimdinin aynı anda birbiri üzerine çöktüğü girift anlatılardır. Zor okunan metinlerdir, okuyucudan hep tetikte olmasını ister. İlginç olan şu ki, hiçbir şey anlamasanız da büyük bir zevkle ve iştahla okursunuz yazdıklarını. Tıpkı zamansız bir şiir ya da ilkel bir ressamın elinden çıkan hipnotize edici bir resim gibi.
Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır, der 20. yüzyılın en önemli filozoflarından Wittgenstein. İşte hep bu sınırı aşmaya çalışan iki edebiyat cadısıdır onlar. Tüm yazım kurallarını alt üst edip kendi dillerini yaratan ve böylece verili ve zamanlı olanın ötesine geçmeyi başaran nadir edebiyat emekçileri. Dili bölerek, parçalayarak, kesintiye uğratarak, adeta lime lime ederek, yeni imgeler, güçlü metaforlar yaratarak bu sınırları tekrar tekrar yıkıp bambaşka bir boyuttan seslenmişlerdir insanlığa. Biçimden yola çıkarak dünyanın özüne varmaktır istekleri. Çünkü kelimelerle cümlelerin çok ötesinde olan, verili ve görülü olmayan gizli bir anlam peşindedir onlar. “En kalın, en düşük noktaya, en derine ve dünyanın trombonuna varmak istiyorum,” dedirtir Yıldızın Saati’nde roman karakteri Rodrigo S.M.’e Lispector. Benzer şekilde, GELDİLER…, diye tekrarlarla başlayan olağanüstü öyküsü Sedef Kakmalı Ev ‘de, düşüne düşüne hayatının en hurda ayrımına kadar indi Nurperi Hanım der, Sevim Burak.
Sevim Burak, dille oynama konusunda daha da ileriye giderek, tıpkı bir zamanlar mesleği olan terzilik gibi keser, biçer, oyar kelimelerini. Bazılarını büyük harflerle, bazılarını işaretlerle, bazılarını alt altta, bazılarını sağdan sola ya da soldan sağa yazar kağıda. Kesip kesip iğnelerle teğeller onları birbirlerine ve perdelere asar. Sonra geçer bir güzel karşılarına, seyreder. O perdede görünmez olanı görünür kılmaya, anlatılmaz olanı anlaşılır kılmaya çalışır. İstediği gibi olmayınca da tekrar tekrar kesip yerlerini değiştirir sözcüklerin. Ta ki, gösterenle gösterilen bir ve aynı düzleme gelene kadar.
BBC konuşmasında şöyle der Sevim Burak: “Genel olarak yazdığım hikâyelerdeki şahıslar normal insanlar gibi hareket edemezler; bu kişiler sabahları saklanır, akşamları ortaya çıkar -O kişi hep duvar diplerinden gider. Hep gizli yollarda dolaşır. Hep gizli yollarda savaşır. Kuşku icindedir; hikâyelerimde herkes birbirinden şuphelenir. İki kişi karşı karşıya gelip bir meseleyi duşunemezler. Hep birbirlerinden gizli duşunceleri vardır.”
Clarice Lispector’un roman kahramanları da oraya buraya gitmez, bildiğimiz anlamda başka insanlarla karşılaşmazlar. Asıl karakteri ve diğerlerini etkileyen inandırıcı sözel alışverişleri ya da birbirleriyle etkileşimleri yoktur.
Yanık Saraylar’a ismini veren şiirsel öykünün kahramanı adı sanı belli olmayan daktilocu bir kadındır. Annesi babası bir nehir kazasında ölünce teyzesi tarafından büyütülmüştür.
Şöyle anlatır onu yazar:
YEŞİLKÖY
YOL
KADIN s:25-27
Karanlıkta kalmış kadın yüzü
Boyasızz
Sevisiz
Ölümsüz … s:27
YEMEDİM
İÇMEDİM
YAŞAMADlM
EVLENMEDİM s:32
Akşamları, temiz yatağıma uzandığımda, vücudumdan bir türlü ayrılmayan ahşap parçalar Fulya Teyze’min eviydi. Ben de Saray’ın eşyalarından bir parça gibiydim. Hayatım bu Saray’da başladı. Fulya Teyze’m benim gözlerimi gördüğü zaman (TAM BİR EFSANE – TAM BİR ÇOCUK MASALI) diye bağırmış. La Traviata dinliyormuş. (…)
BENİMSE, NEDEN HİÇ AGLAMADIGIM BİR SIRDIR
BU NE FEVKALADE FELSEFE?
HAYATIMA ÜZÜLMEDİGİM İÇİN KİM SUÇLU? S:35
Yıldızın Saati’ndeki isimsiz kız da bir daktilocudur, o da annesi babası ölünde teyzesiyle yaşamak zorunda kalmış; yoksul, cahil, beceriksiz bir kızdır. Ne bir albenisi vardır ne de aktarabileceği belirgin bir özelliği. Çirkindir üstelik, kimsenin dikkatine çekmez, varla yok arasında bir yerde, bir hiçlikte yaşar sanki. Mutsuz olduğunun farkında bile değildir, ne birisi için ağlar ne de bir olaya üzülür. Ta ki hayatına Olimpico isimli bir erkek girene kadar. Onun sayesinde az da olsa parlar ve Macabea adını alır. Ve hayatında ilk defa heyecanlanır ve ilk defa yaşamak canını acıtır. Tıpkı Yanık Saraylar’daki daktilocu kızın Baron Bahar isimli adamla tanışıp ona aşık olduktan sonra olanlar gibi.
Şüphesiz her iki yazar da birer Kafka hayranıdır. Hatta Sevim Burak bir adım daha ileri giderek, benim tanrım Kafka’dır, der. (İkisi de Kafka gibi yahudi kökenlidir.) Mübeccel İzmirli ile yaptığı bir söyleşide ise şunları söyler: Bana göre Kafka; insanlığın -özellikle de Yahudilerin- yazgısı ile birlikte, kendi kaderini edebiyatına yansıtmış bir yazardır.
Yahudi olan annesine adadığı “Ah Ya Rab Yehova” adlı müthiş alegorik öyküsünde, topuğundan girip bacağını, kasığını, sırtını aşarak kalbine saplanan görünmez bir iğnenin sanrısıyla bodruma istif ettiği gaz sandıklarını tutuşturup Yahudi mahallesini ateşe veren Bilal Bey, ondan doğurduğu evlilik dışı çocukla büyük acılar çeken günahkar Zembul ve yanan diğer yahudilerin yazgısı ile birlikte, kendi kaderini de edebiyatına yansıtmış bir yazardır o.
Ve tıpkı Clarice Lispector’un, entelektüel değilim, bedenimle yazıyorum, dediği gibi bedeniyle, kanıyla, canıyla yazan ve zamanının çok ötesinde eserler veren, edebiyatın en aykırı cadısıdır, Sevim Burak.
Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (6 Ekim 2020)