Edebiyat Cadıları serisinin on dokuzuncusunda, günümüz yazarlarından Anna Burns ve onun müthiş romanı, Sütçü’den bahsedeceğim. Yeni tanıştığım ve okur okumaz dilinin çevikliğine, sınırsız mizah gücüne hayran olduğum edebiyat cadımızın üçünçü romanı Sütçü (Milkman). 2018 yılında yayımlanan ve Man Booker Ödülünü kazanan roman, anında çoksatanlar listesine girdi. Rahatsızlığı sebebiyle son dört yıldır doğru düzgün yazamayan Anna Burns, ödülden sonraki söyleşisinde, “Artık borçlarını ödeyebileceğini” ve “Masrafı düşünmeden tedavi olabileceğini” söyledi. Nihayet iyi romanlar da çok satılır olmaya başladı. En azından Batılı ülkelerde.
Roman özellikle zaman ve mekân hakkında bilgi vermese de satır aralarından olayların 1970’lerin Kuzey İrlanda’sında geçtiğini anlıyoruz. (Cadımız da aynı bölgeden.) Bu amansız soğuk savaş yıllarında bölge iki tarafa ayrılmış. Biri Katolik İrlandalılar. İngiltere’den ayrılıp birleşik bir İrlanda Cumhuriyeti kurmak amacıyla IRA’yı yeniden örgütlemişler. Diğer taraf ise Büyük Britanya’ya bağlı kalmak isteyen Protestanlar. Bir yanda devlet ve onunla birlikte çalışan paramileter güçler, diğer yandaysa bağımsızlık mücadelesi veren IRA ve onun sempatizanları. Ve kaçınılmaz olarak her kesime sirayet eden şiddet, korku ve düşmanlık sarmalı. Böylesine distopik bir ortamı, duygu bataklarına düşmeden estetik yoğunluk ve seyrelmiş duyarlılıkla aktarabilmek hayranlık verici doğrusu. Üstelik olağanüstü bir kara mizahla başarmış bunu yazarımız. Bir edebiyat cadısına yakışır tarzda; kendiliğinden dökülüveren iç sesleri, ince detayları, baş döndüren tekrarları, zamansız geri dönüşleri, konudan konuya sıçrayışları, uzun cümleleri, sıkça kullandığı parantezleriyle zekice kurgulanmış bir başyapıt çıkarmış ortaya.
Gündelik vahşeti, sıradan kötülüğü bu denli sıra dışı tarzla aktaran bir başka yazar da “Edebiyatın en hüzünlü cadısı” adını verdiğim Agota Kristof’tur. Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan üçlemesiyle savaşın, kayıpların, kimsesizliğin dehşetini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir cadımız. Kurguyla olgunun, hayalle hakikatin, normalle deliliğin iç içe geçtiği şok edici romanlardır bunlar. Tek çabaları hayatta kalmak olan altı yaşlarındaki zeki ikizlerin ağzından, biz diliyle aktarmıştır hikâyeyi Agota Kristof. Anna Burns ise on sekiz yaşında bir kızın, zekâ kokan esprili diliyle aktarmış.
Sütçü’yü zamandan ve mekândan bağımsız okuduğunuzda – ki yazarın derdi budur- kendinizi bir anda dünyanın farklı coğrafyalarında ve farklı dönemlerinde buluverirsiniz. Yerel ama bir o kadar da evrensel bir hikâye anlatır cadımız. 1970’lerin İrlanda’sı yerine 2020’lerin Türkiye’sine gelin, yaşananlar neredeyse aynıdır. Sünni-Alevi, Türk-Kürt, Fırat’ın Batısı ve Doğusu, kadın tacizleri ve cinayetleri… Değişen fazla bir şey yok maalesef!
Zaman ve mekândan olduğu gibi kimliklerden de bağımsız bir roman, Sütçü. Kahramanımız dâhil hiçbir karakterin ismi kitapta yer almaz. Kızın taktığı lakaplarla tanırız onları: Birinci kız kardeş, üçüncü enişte, geleneksel kadınlar, en eski arkadaş, belki erkek arkadaş, belki ilişki…
Roman, şimdiye kadar okuduğum en çarpıcı girişlerden birine sahip. Hiç lafı dolandırmadan bodoslama atlamış konuya, Anna Burns. “Bilmemkim McBilmemkim’in göğsüme silah dayayıp bana kedi dediği ve beni ölümle tehdit ettiği gün, sütçünün de öldüğü gündü.” s:7 Ondan sonra kâh geriye dönüşlerle kâh çarpıcı tekrarlarla kahramanımızın gözünden bir güzel hikâye etmiş olayları.
Ulusal, etnik ve dinsel çatışmanın birbirine geçtiği, mahallelerin retçi destekçileri ve retçi karşıtları olarak ikiye ayrıldığı dönemler. Bu ayrım öylesine net çizgilerle çekilmiş ki her kesimin okulu, dükkânı, televizyon programı ayrı. Yeni doğan çocuklara konulan isimlerden tutun da tereyağ markalarına kadar farklı.
Tüm retçi destekçisi ailelerde olduğu gibi, çoğu ölü, bir sürü akrabaya sahip kızımız. Abilerinden biri vurulmuş, biri kaçak, biri de yurt dışında. Ablalarından biri karşı dinden biriyle evlenip İngiltere’ye gittiği için cemiyetten dışlanmış, diğer ablanın sevgilisi bombalı bir saldırıda yaşamını yitirmiş. Hayattayken ailesiyle nadiren konuşan ve sürekli depresyonda olan babası ise eceliyle ölmüş. (O dönemde sıradan ölümler makbul görülmüyor.) “Ölüm bir şekilde politik olmalıydı. Bunu başaramıyorsa sıra dışı olmalıydı, dramatik ve şaşırtıcı olmalıydı.” s:153 Babasının ölümü sıradan ama son sözleri oldukça sıra dışı. Çocukluğunda defalarca tecavüze uğradığını söyleyip ölüyor adamcağız.
Çokbilmiş küçük ikiz kardeşleri ve koyu katolik annesiyle birlikte retçi bölgede yaşıyor kahramanımız. Ancak oranın da dışlanmışlarından. Kendi deyimiyle ‘sınırı aşmışlarından’. Bölgede ‘yürüyerek okuyan kız’ olarak anılıyor. Onun yanı sıra, az sayıda sınırı aşmışlar var. Her kesime muhalif olan ‘kimseyi sevmeyen adam’ Retçilere dahi diş gösteren ‘meselesi olan kadınlar’ Kendi ülkesindeki silahları değil uzaklardaki nükleer silahları saplantı yapan ‘nükleer çocuk’ Toplumsal kötülüğe değil de insanın iç kötülüğüne takan ve bu sebepten önüne geleni zehirleyen ‘tabletçi kız’ ve onun, etrafa ışıklar saçan ‘pırıltılı kız kardeşi’
Bu tarafta ‘retçi’ denilen, karşı taraftaysa ‘terörist’ olarak adlandırılan IRA mensupları, devlet görevlilerine ve destekçilerine düzenledikleri bombalı, silahlı eylemlerin yanı sıra kendilerine destek verenleri de -yaptıkları basit bir hatada dahi- ölüme varan infazlarla cezalandırıyorlar. Herhangi bir ihlale karşı kendi yasaları var örgütün, kendi reçeteleri ve kendi hükümleriyle verdikleri cezaları. Bu cezalar, bazen karargâhlarında bazen metruk binalarda veya retçilere özel yakınlık gösteren evlerde yapılıyor. Ayrıca davalarına fon sağlamak için başvurdukları sayısız yöntemleri var. (Ne kadar tanıdık değil mi?) “Bizim kesimde devlet retçileri iyi adamlar olarak, kahraman, şerefli insan, gözü pek ve efsanevi savaşçı olarak, sayıca az olsalar da hayatlarını tehlikeye atan, tüm güçlüklere rağmen haklarımız uğruna gerilla tarzı karşı duranlar olarak görülürdü”. s:126
Tüm bunlara bir de her an her yerde gözetlenip fişlenme korkusu, bitmez tükenmez mahalle baskısı, aslı astarı olmayan dedikodular, erkeklerin fütursuz tacizleri karşısında kadınların suçlandığı olayları da ekleyin: Karşınızda günümüz Türkiye’si.
Kahramanımız bu tacizlerle on iki yaşındayken tanışıyor. Üstelik birinci kız kardeşin kocası, birinci enişte tarafından yapılan tacizler bunlar. ”Benimle ilgili -yabani çekiciliğim, kıçım, kukum, kutum, paketim, muhalifliğim, tek heceli yerim- müstehcen imalarda bulunmuştur. Sözleri anlamasam da cinsellikle ilgili olduklarını kavradığım farkındaydı. Ona zevk veren de buydu zaten.” s:8
On sekiz yaşında ise o bölgede sütçü diye anılan ama gerçek sütçü olmayan, kırk bir yaşında, evli bir retçi adam tarafından fiziksel olmasa da yoğun bir sözsel tacize uğruyor. “Benden büyüktü, hem de çok büyük, o yüzden de açaba ben mi yanlış anlıyorum, durum sandığım gibi değil mi, diye düşündüm”. s:13
En olmadık yerlerde karşısına çıkıyor adam, tehditkâr diliyle korkutuyor kızı. Bazen arabasına davet ediyor, bazen de belki erkek arkadaşını öldüreceğini ima ediyor. O bilindik yöntemlerle bir türlü rahat vermiyor kıza. İşin acı tarafı şu ki, dedikodu sarmalıyla olayı hemen duyan ablası ve annesi, sütçüye değil ona ayar veriyor. On altı yaşından beri evlenmesi ve çocuk doğurması için kızına baskı yapıyor anne. “Evlilik, ülke sınırlarından sonra devletin en temel dayanağıdır.” s: 49 Bir erkek arkadaşı olduğunu sezdiği anda ilk soruları şunlar oluyor: “Doğru dinden mi?” “Evli mi?” Fakat sütçüyü duyduğunda bağırıp kızını suçlamaya başlıyor. Hiç istemese de kendini savunmak zorunda kalıyor kızımız. Bu kez de yalancı diyerek itham ediyor onu.
Bu durumda kızımızın eline tek savunma mekanizması kalıyor: Hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmak. Tacizci sütçüyle karşılaşmamaya çalışıyor, olmadı adamla tek kelime konuşmuyor. Arabasına binmiyor, taciz içeren sözlerini duymazdan geliyor. Tüm bunlar olurken derdini kimseyle paylaşmıyor. Bu yüzden, belki erkek arkadaşıyla da arası bozuluyor. Arkasından konuşmalara, laf sokuşturmalara yanıt vermiyor hiç. Öylece susup içine kapanıyor. Sadece bir defa, en eski arkadaşına anlatıyor başına gelenleri. Fakat hiç beklemediği oluyor ve en eski arkadaşı da sütçüyü değil onu suçluyor. Yürürken kitap okumasının cemiyette hoş karşılanmadığını hatta bir muhbir olduğundan kuşkulandıklarını söylüyor. Sütçü’nün (büyük harfle) bir halk kahramanı olduğunu ve onun sayesinde hayatta kaldığını ima ediyor. O hayal kırıklığıyla gündelik kötülüğe bulaşmadan günleri atlatmaya çabalıyor kahramanımız. Tabii bu yöntem de yanlış anlaşılıyor ve sütçüyle onun arasındaki olmayan ilişki oldurulup dedikodular ayyuka çıkıyor.
Romanın dili ve konusu yanı sıra sevdiğim başka yönü de kahramanımızın olayları anlatırken taraf tutmadan, haklı haksız ayırmadan onca vahşeti ve dehşeti bütün çıplaklığıyla, üstelik mizahı hiç elden bırakmadan aktarması. Böylesine müthiş bir romanı başarıyla Türkçeye çeviren Duygu Akın’a ve İthaki yayınlarına teşekkürler ederim.
Yazımı bitirirken Edebiyatın en dilbaz cadısı Anna Burns’e içten sevgilerimi sunuyor ve o meşhur cadı anasözüyle okuyucuları selamlıyorum: Hekate yâr, Kibele yardımcınız olsun”.
edebiyathaber.net (13 Mart 2023)
“Edebiyatın En Dilbaz Cadısı- Anna Burns | Necla Akdeniz” üzerine bir yorum