Edebiyat Cadıları serisinin on altıncısında, yaşayan bir ahir zaman cadısından bahsetmenin mutluluğunu yaşıyorum. Doğrusu mutluluk denemez yaşadığım, daha çok acı, hüzün ve utanç denebilir. Çünkü yazarın, Gidiyor, Gitti, Gitmiş isimli mültecileri konu alan romanını okuduğumda tam olarak hissettiğim, bu duygulardı. Tıpkı Jeanette Winterson ve Olga Tokarczuk gibi kimselere aldırmadan, kendi bildiğini, istediği tarzda yazan, nevi şahsına münhasır cadılardan Jenny Erpenbeck. Hep söylendiği üzere; romanlar bir görüşü, bir düşünceyi savlayan ya da bilgi veren, fikir beyan eden metinler olmamalı, sadece göstermeli, asla savunmamalı…, tarzındaki eleştirilere aldırış etmeden yazıyor.
1967 yılında Doğu Berlin’de, yani duvarın öte yakasında doğmuş Jenny Erpenbeck. Dolasıyısıyla ‘öteki olmanın’ neliğini bizzat deneyimleyerek yaşamış. Berlin Üniversitesi’nde tiyatro eğitimi almış, sonra müzik tiyatrosu yönetmenliği yapmış. 1990’lı yıllarda öykü ve oyunlar yazmış. 2008 yılında yayımladığı ilk romanı Gölün Sırrı’yla dikkatleri üstüne çekmiş. 2015 yılında Gidiyor, Gitti, Gitmiş’i (Can yayınları 2018, çevirmen İlknur İgan) ve hemen ardından Bütün Günlerin Akşamı’nı kaleme almış.
Romanın ana kahramanı, filoloji profesörü Richard’tır. Eski adıyla Doğu Berlin’de yaşayan bir Alman’dır kendisi. Berlin duvarı yıkılmadan önce duvar manzaralı bir evde ikâmet ediyordur. Duvar yıkıldıktan sonra manzarayla beraber insanlar ve şehir de değişmiştir. O, bu değişimden hiç etkilenmemiş gibi çalıştığı enstitüye gidip gelmeye devam eder. Hatta duvarın yıkıldığı gün, duyarlılık sahibi pek çok Batı Berlinli bizzat gelerek tezahürata katılmış ve nihayet özgürlüğüne kavuşan Doğulu kardeşlerine hoş geldiniz deyip alkış tutmuşlardır. Richard’ın derdi ise özgürlüğüne filan kavuşmak değil, saatinde üniversiteye varmaktır. Duygusallaşmış kalabalığın içinde hiç etkilenmeden dirsekleriyle kendine yol açarak yoluna devam eder Richard. Hayal kırıklığına uğrayan kurtarıcılardan biri arkasından okkalı bir küfür sallar.
Başarılı bir hocadır Richard. Verdiği derslerde sınıflar hep doludur, kitapları basılmıştır, konferanslara davet edilmiştir. Sorun şu ki, yeni emekli olmuştur ve önünde düpedüz ona ait olan ama süresi belli olmayan bir hayat vardır. Bir yandan sevinir Richard; bundan böyle yolculuklara çıkmaya, kitap okumaya, müzik dinlemeye zamanı olacaktır. Bir yandan üzülür, çünkü önüne aniden seriliveren bu boş zamana alışması ne kadar sürecektir? Zaman, onun için çok başka türden bir zamandır artık. Üstelik karısı yeni ölmüştür, çocuğu yoktur ve evliyken birlikte olduğu sevgilisi onu terk etmiştir. Göl manzaralı evinde, konforlu alanının içinde bunları düşünür sık sık. Terslik bu ya, o bakmaya doyamadığı, yazları üstünde botla gezdiği gölde geçen sene biri boğulmuştur ve hâlâ cesedi bulunamamıştır. Şöyle düşünür Richard: “Cesedi bulunmadığı ve oradan uzaklaştırılmadığı sürece göl, o ölüye ait.” s:21
Roman, oldukça edebi bir tarzda ilerlerken aniden bir kırılma anı yaşanır. Kaotik bir kırılma! Bundan sonra metin bambaşka bir yol alır ve yerini kimi zaman denemeye, makaleye, çoğu zaman da gerçek olayların yer aldığı söyleşi ve incelemeye bırakır. Çünkü mültecilik gibi bir olguyu, genellikle görmezden gelinen bu sorunu, görünür kılmak ve gündelik yaşama dâhil etmek gibi bir derdi vardır, Jenny Erpenbeck’in. Böylece roman yer yer ‘sıkıcı’ bir anlatıya dönüşür. Ben de yazarımızın izinden giderek Gidiyor, Gitti, Gitmiş’i uzun uzun özetlemeye çalışacağım. Sanal âlemde hap bilgilere alışmış okuyucu için yorucu gelebilir tabii.
Başlarda, yazarın bu derdinden haberi yoktur Richard’ın. O hâlâ emeklilik hayatına alışma peşindedir. Hatta Ağustos sonunda bir perşembe günü on siyah tenli adam, Berlin’deki Kırmızı Belediye Binası’nın önünde toplanıp sessizce açlık grevi yapmaya başladıklarında, yanlarından geçer Richard ve onları görmez, sessizliği duymaz. Ancak akşam eve gelip yemek yerken televizyonu açtığında haberdar olur olan bitenden. Şaşırır Richard, bugün geçtiği meydandaki sessiz eylemi nasıl görmediğine şaşırır. Bir kartonun üzerinde: “We become visible” yazıyordur, altında da Almanca: “Görünür oluyoruz” Yemek yerken depremlerde, düşen uçaklarda, canlı bombalarla ya da salgın hastalıklarla ölen insanları izlemekten utanır Richard. Bu akşam da utanır ama yemeğini yemeye devam eder. Yokluğun ne olduğunu çocukken öğrenmiştir öğrenmesine de çaresiz kalmış birileri açlık grevi yapıyor diye aç kalması gerekmez.
Sonraki iki haftayı, kendini oyalayacak işler bulmakla geçirir Richard. Ufak tefek tamiratlar, bahçe işleri, arkadaşlarını ziyaret v.s. Fakat bu arada Afrikalı sığınmacılar hakkında okuyarak bilgi toplamaya, haritaya bakarak ülkelerin yerlerini öğrenmeye başlar. Bir sürü sonra merakına engel olamaz ve sığınmacıların işgal ettiği eski okuluna gider. Bir yandan da yaptığına hayret eder. “Ne mahalle sakini ne de sığınmacıyken burada ne işi vardı şimdi? Duvarın yıkılması ona sadece korktuğu yerlere gitme özgürlüğünü mü verdi yoksa?” s:37 Siyah insan silüetiyle dolu karanlık amfide, battaniyeler, çarşaflar, bavullar, ayakkabılar ve az sayıda beyaz insan vardır. Mali’den, Etiyopya’dan, Senegal’den, Nijer’den, Gana’dan gelmiş yüze yakın sığınmacı ve Berlin’den gelmiş duyarlı aktivistler, mahalle sakinleri ve görevliler. Bunca kalabalığa daha fazla dayanamaz Richard ve geldiği gibi sessizce kaçar.
Bir sonraki girişimi ise, bir akademisyen olarak, mültecilere sorular sorup bilgi toplamaktır. Nereden gelmişler, nasıl yaşamışlar, okula gitmişler mi, anadilleri nedir, aileleri var mı, günlerini nasıl geçiriyorlar gibi istatiki sorular… Sığınmacıların geçici yerleşim merkezleri olan huzurevine gider ve türlü bürokratik engeli aştıktan sonra amacına ulaşır Richard. Ve onlarla birebir konuşmaya başlar. Aralarında Almanca bilen çok az insan vardır, daha çok basit İngilizce kalıp cümlelerle soruları yanıtlar mülteciler. Konuştukça sığınmacıların salt istatiki bir veri olmadığını, hepsinin ayrı ayrı hayatları olduğunu, yaşadıkları topraklardan isteyerek değil, savaş yüzünden ayrıldıklarını duyar. Üstelik bu savaşları çıkaranlar, onlara silah satan, değerli madenlerini çalan, çöllerde uranyum arayan Batılı ülkelerdir. Elbette kendi ülkesi de dâhildir buna. Sığınmacıların hikâyelerini dinledikçe ülkelerinin adlarıyla değil kendi adlarıyla seslenir onlara Richard. İlk defa duyduğu bu farklı isimleri akılda tutmak için Yunan mitolojisindeki kahramanların isimlerinden yararlanır.
Nijeryalı Raşid’den denizin ortasında sığınacak bir kara parçası için dolaşıp duran teknelerinin nasıl battığını dinler. İtalyan Sahil Güvenliği sığınmacıları almak isteyince hepsi teknenin aynı tarafına hücum etmiş ve bu yüzden tekne batmış. Aralarında kendi çocuklarının da olduğu 800 kişiden 550’si boğulmuş. Raşid yüzme bilmiyormuş ama bir kabloya tutunup suyun üstünde kalmayı başarmış. Libyalı Awad, Avrupa Trablus’u bombalarken kadınların ve çocukların da olduğu bir askeri kampa götürülmüş. Para, saat, telefon hatta çoraplarını bile almış askerler. Şansı varmış ki dipçiği yemekle kalmış, yoksa diğerleri gibi vurulması keyif meselesiymiş. Üçüncü gün sağ kalanları Kaddafi bayrağı çekilmiş bir tekneye bindirmişler. İçinizden tekneyi kullanacak biri var mı? diye sormuş askerler. Bir Arap ben kullanırım demiş. Sonra havaya ateş atarak, kim geri yüzmeye kalkışırsa vuracağız demiş askerler. Dört gün açlık ve susuzluk içinde sıkış tepiş bir teknede yolculuk yaptıktan sonra İtalya’ya varmışlar. Yolda çoğu açlıktan ve susuzluktan ölmüş. Dokuz ay Sicilya’da bir kampta kalmış. Sonra beş parasız sokaklarda yatmış. Bir keresinde üç gün mutfakta iş bulmuş ve aldığı 80 euroyla Almanya’ya gitmeye karar vermiş. Bilet satan kadın, “Hamburg’a mı, Köln’e mi, Münih’e mi, Berlin’e mi gideceğini sormuş. Ne yanıt vereceğini bilememiş Awad, ilk defa duyuyormuş bu isimleri. Kadın sabırsızlanmaya başlayınca, “Aklım yerinde değil,” deyivermiş.
Afrikalı mültecilerle konuşup hikâyelerini dinledikçe her gün onları ziyaret etmeye başlar Richard. Hatta bazılarını evine davet eder. Eğer yapma şansın olsaydı isteyeceğin herhangi bir şey var mı? sorusuna “Piyano çalmak isterdim,” diyen Nijerli on sekiz yaşındaki Osarobo’yu evindeki piyanoyu çalması için çağırır. Sürekli yalnız dolaşan, hiç arkadaşı olmayan Burkina Fasolu Rufu’yu yemeğe alır. Yemek yaparken okuması için evinde tek İtalyanca kitap olan, “İlahi Komedya”yı verir. Apollon adını verdiği genç bir Tuareg’liye 50 euro karşılığında bahçe işlerini yaptırır. Çünkü çalışma izinleri yoktur mültecilerin ve o yüzden günün çoğunu uyuyarak ya da aylak aylak dolaşarak veya cep telefonları olanlar, ülkelerinde bıraktıkları yakınlarıyla konuşarak geçirir.
Sonra huzurevindeki günler biter ve mülteciler ayrı ayrı yerleşim merkezlerine gönderilir. Richard artık arkadaş gözüyle baktığı Afrikalılarla ilişkisini kesmez. Onlarla birlikte Yabancılar Dairesi’nde sığınmacıların durumlarını açıklığa kavuşturmak için yapılan görüşmelere katılır. Noel’den iki gün önce gazetede, İltica yasası uyarınca Magdeburg’da veya Hamburg varoşlarındaki konteyner evlerde ya da Bavyera’daki dağ köyünde kalması planlanan ilk sığınmacı grubunun yeni yılın başında buralara gönderileceğini okur. Richard, diğer katı Alman yasaları gibi, bu yasanın da ne anlama geldiğini gayet iyi bilir. Yakın bir zamanda, ülkeye İtalya üzerinden girdikleri için ancak İtalya’da yaşayabilecekleri ve orada çalışabileceklerinin kendilerine bildirileceği anlamına gelmektedir bu kısa metin.
“Bunları oğlanlı kızlı toparlayıp geldiklere yere geri göndermeli,” yazısını okur bir internet sitesinde.
Şubat başında, Yabancılar Dairesi’nden gönderilen mektuplar, Almanya’ya hiçbir sığınma talebinde bulunmamış yersizyurtsuzlar dâhil, herkese ulaşır. Hepsinin koşulları tek tek incelenmiş ve karara bağlanmıştır! İlk vardıkları yer İtalya olanlar için yetkili tek yer İtalya’dır.
Richard evinde misafir edebileceği kadar mülteci arkadaşını yanına alır. Yakın arkadaşları da imkânları elverdiği ölçüde, onlara evlerini açarlar. Diğerleriyse, tıpkı gönderildikleri Almanca kursunda ilk öğrendikleri fiil çekimi gibi geri yollanır: Gidiyor, Gitti, Gitmiş.
“Nereye gideceğini bilmiyorsa eğer, nereye gider bir insan?” s: 306-307
edebiyathaber.net (2 Mart 2022)