“Her kültür kendi cadısına ve büyücüsüne sahiptir ve her kültürde bunlara imrenilir ve bunlardan korkulur.” Lois Martin – Cadılığın Tarihi
Tıpkı içeriği gibi tılsımlı bir sözcüktür, cadı. Tekinsizdir aynı zamanda, bildiğimiz, güvendiğimiz sularda yüzdürmez bizi. Onun suları bataklıktır daha çok, timsah, yılan, sivrisinek gibi birçok tehlikeli ve öldürücü hayvana ev sahipliği yapar. O bataklığa girmek cesaret ister epey, çünkü girip de çıkamamak vardır ya da çıkıp da eskisi gibi olamamak…
Herkes bir şekilde duymuş, okumuş ya da izlemiştir cadılığın tarihini ve cadı diye adlandırılan kadınların başına gelenleri. Bunların hiçbiri olmasa da kolektif bilinçdışımızda saklıdır ortak acılarımız. “İnsanda kişisel olandan çok kolektif bilinçdışı vardır,” der Jung. O yüzden hem merak eder hem korkarız onlardan. Yunan mitolojisinin Titanlı tanrıçası Hekate’den, Romalıların Diana’sına, Anadolu’nun ana tanrıçası Kibele’ye kadar, yaşam, ölüm ve yeniden doğuşu simgeleyen tüm tanrıçalar ilham kaynağı olmuştur kadınların. Hekate, bakire, ana ve büyücü olarak üçlü tanrıça kimliğini vurgulayacak şekilde her biri başka yöne bakan üç bedenli varlık olarak tasvir edilir. Bir elinde karanlığı aydınlatan meşale, diğerinde ebelerin kullandığı türden bir bıçak, öbüründe ise hem tıp hem büyü bilgeliğini temsil eden yılan tutar. Tüm diğer ana tanrıça figürlerinde olduğu gibi Hekate’nin bereket sembolü olan kurbağa, kazan ve süpürge, sonraları ataerkil mitlerde kötülük ve cadılığı temsil eder hale gelmiştir.
Her ne kadar erken Ortaçağ Avrupa’sında büyücülere ve sihirle uğraşanlara, toplumsal hayatın bir yansıması olarak belirli bir hoşgörüyle bakılsa da, geç Ortaçağ ve erken Modernizm ile birlikte cadılık bambaşka bir anlam kazanmıştır. Yahudiler, cüzzamlılar, heretikler, kâfirler, cadılar, kısaca ötekiler, Avrupa Hristiyanlığını, bizzat şeytan tarafından kurgulanan acımasız bir komployla yıkmaya çalışan “iç düşmanlar” olarak görülmüştür. Özellikle on altıncı ve on yedinci yüzyıl, kadınlara yönelik kıyımın doruk noktasıdır. Bu süreçte yaklaşık 200.000 kadının katledildiğini yazıyor resmi kaynaklar ama gerçek rakamların çok daha fazla olduğu söyleniyor. İşin ilginci, Hristiyan heretiklerini cezalandırmak için kurulmuş Enginizasyon mahkemelerinden çok, laik mahkemelerde uyduruk kanıtlarla yargılanıp türlü işkencelerden geçirildikten sonra kazıklara bağlanarak yakılmıştır kadınlar.
Peki kimdir bu korkunç cadılar? Doğum yaptıran ebeler, şifaları otlarla hastaları iyileştirenler, yaşlılar, sakatlar, bilgeler… Yani şifacılar, iyileştiriciler, dönüştürücüler.
Bir çeşit tanrı: Doğuranlar ve doğurtanlar. Yaratanlar ve yok edenler. Çağlar boyu süregelen erkek egemen, fallus merkezci toplumlarda korkulan, aşağılanan, evlere hapsedilen, o yasak elmayı yedirenler. Yani tüm kadınlar. Elbette büyü yapan erkeklere dokunulmadı bu karanlık dönemlerde, hatta saygı duyuldu. Bizzat krallar, asiller tarafından himaye altına alındılar. Karşılığında, efendilerinin istekleri doğrultusunda bol bol büyü yaptırıldı onlara. Kadınlar ise geceleri süpürgelerine atlayıp uçarak sabat ayinlerine katılan, şeytanla sözleşme yapıp toplu olarak onunla sevişen, masum çocukları öldürüp kanını içen, üstüne bir de etini yiyen sapkın kâfirlere dönüştürüldü. 1486 yılında yazılan Malleus Maleficarum (Cadıların Çekici) isimli bir el kitabı, tarihin en etkili cadı avcılığı metni olarak kullanıldı ve katolik ve protestan tüm cadı avcıları tarafından referans olarak gösterildi.
İnsanlık tarihi boyunca benzerlerini yaşadığımız böylesine büyük kıyımlardan, toplu katliamlardan kurtulanlar da vardır. Kurtulup kendi tarihini yazanlar. Nerededir onlar? Her yerdedir. İşte onlardan birini anlatmak istiyorum bu yazıda: Clarice Lispector. Edebiyatın bir numaralı cadısıdır benim gözümde. Fotoğrafına ilk baktığımda, hah nihayet karşılaştım cadımla, demiştim sevinçle. Süpürge yerine kalemini kullanan, nefesiyle sözcükleri havalandıran, başkasının kanını değil kendi kanını akıta akıta yazan bilge kadın. Çizgisel olarak elli yedi yıl yaşamış. Elim bir trafik kazası nedeniyle son on bir yılını acılar içinde geçirmiş. Tüm büyük yazarlar gibi, öldükten sonra üne kavuşanlardan. İki binli yıllarda yeniden keşfedilmiş. Şu an Brezilya Edebiyatı’nın en büyük yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. Hatta Latin Amerika’nın Kafka’sı diyenler de var onun için. Hiç ilgimi çekmedi. Günümüzde o kadar çok Kafka var ki! Doğunun, Batının, Afrika’nın, ülkemizin, yani bilumum coğrafyanın saymakla bitmez Kafka’sı.
Clarice Lispector, kelimenin tam anlamıyla nevi şahsına münhasır bir yazar. Tekinsiz bataklıkların sesi o. İçinden taşan önlenemez bir güçle, hatta doğaçlama yazmış. Sayıklar gibi dökülen bin yıllık sesini hiç ziyan etmeden söze, sözü ise şiire dönüştürmüş. Tüm yazım kurallarını alt üst ederek yeniden ve yaratmış kendi dilini. Böylece ideolojik söylemin, verili ve zamanlı olanın çok ötesine taşımış metinlerini. Çağlar boyunca yaşamış kadim bir cadı olarak, dile getirilmesi imkânsız olanı gün yüzüne çıkarmaya soyunmuş Lispector. Güçlü imgeler, yoğun metaforlar sızar kaleminden. Başlangıçsız ve sonsuzdur öyküleri. Bakthin’in deyişiyle “ilmiğin ucundaki sözdür” bize aktarılan, durmaksızın döner dolaşır ve her seferinde farklı bir yerden çarpar yüzümüze.
Yıldızın Saati adlı eserini, hayatı boyunca içinde yaşayan cinlere, cücelere, gök ve yer perilerine, ithaf etmiş. Hiç şaşırmadım. Ayrıca roman karakteri Rodrigo S.M’e, “Entelektüel değilim, bedenimle yazıyorum,” dedirtmiş. (s:19) Amerikalı şair Elisabeth Bishop, ki kendisini şahsen tanımış ve bazı öykülerini ingilizceye çevirmiştir, tek bir kitap okuduğunu görmediğini söyler Clarice Lispector’un. Onun, tanıdığı en edebî olmayan yazar olduğunu da. Ayrıca ilkel bir ressam olarak tanımlar onu.
“Yalnızca kendi olmaya dayanamadığından hepiniz olan bu ben, varlığımı sürdürmek için ötekilere ihtiyaç duyuyorum” diye ikinci bir önsözle başlar Yıldızın Saati. Sonra ya da, ya da diyerek bir sayfa dolusu değişik isimler verir kitaba. Editörüne gönderdiği mektubu okuruz dipnot olarak. Diğer kitaplarında olduğu gibi, Yıldızın Saati’nde de deneysel bir noktalama ve imlâ kullandığı, bu kullanımın rastgele olmadığı ya da dilbilgisi kurallarını bilmemekten kaynaklanmadığını ve bu uslüp özelliklerine kesinlikle dokunulmaması gerektiğini söyler mektubunda. Bir kez daha severiz kendisini.
Hepi topu yüz iki sayfa olan romanın her cümlesi ayrı bir güzellik, ayrı bir anlam barındırır. Birbirinden kopuk ve yarım kalmış cümleler, parça parça ilerleyen ama her defasında başa dönen yoğun ve şiirsel bir anlatım. Çünkü kelimelerle cümlelerin ötesine geçen gizli bir anlam peşindedir o. “En kalın, en düşük noktaya, en derine ve dünyanın trombonuna varmak istiyorum.” (s:23) İşte bu yüzden edebiyatın bir numaralı cadısı, yazının kadim bilgesidir Clarice Lispector.
Romanın görünen konusu basittir, bildiğimiz klişedir hatta. Roman karakterlerinden Rodrigo S.M. sıradan bir erkek yazar olarak seçmiştir olay örgüsünü. Yazarın erkek olduğunu özellikle belirtir Lispector ve şöyle der: “Çünkü bir kadın gözyaşına boğar bu hikâyeyi.” Fakat romana bir türlü başlayamaz Rodrigo. Değişik mazeretler bulur, kendinden ve karakterinden sürekli şikâyet eder ve okuyucuyla paylaşır bunları. “Bu daktilocu hayatıma girmeden önce, edebiyatta başarızlığıma rağmen mutlu bir adamdım. Her şey o kadar iyiydi ki çok kötü de olabilirdi, çünkü tamamen olgunlaşmış her şey çürür.” (s:19) Hatta okuyucuyla birlikte yazar gibidir romanı.Olayın başlangıcına, gelişimine, sonucuna bir türlü karar veremez. Konuya bir yerden girecek olsa, hemen ardından kendisini anlatmaya koyulur. Sık sık unutur yazacaklarını, kesintiye uğratır romanı, dönemez anlatıya bir daha. Böylece olay örgüsünden çok romanın yazılış sürecini okumuş oluruz. Kendi deyimiyle ucuz bir hikâyedir zaten anlatacağı. Kuzeydoğulu, kimsesiz, yoksul, cahil, beceriksiz bir kızın hayatıdır. Ne bir albenisi vardır kızın ne de aktarabileceği belirgin bir özelliği. Çirkindir üstelik, kimsenin dikkatine çekmez, varla yok arasında bir yerde, bir hiçlikte yaşar sanki. Yaşamın o kadar azını tüketir ki hiç bitmeyecek gibidir yaşamı. Mutsuz olduğunun farkında bile değildir, kendisi ve başkaları hakkında düşünmez hiç. Pistir, pasaklıdır, doğru düzgün beslenmez, soğuk gecelerde kendine sarınarak uyur. Tanrılara inanmaz o halde yokturlar onun için, ama meleklere inanır o halde vardırlar. “Onu çekici bulan tek kişi benim. Sadece ben, yazarı, seviyorum onu. Onun için acı çekiyorum.” (s:32) İsmini bile bilmediği kızı otuz ikinci sayfada anlatmaya başlar. Elli birinci sayfada ise bir patlama anı yaşanır ve bir erkekle tanışır kız. Olimpico isimli çocuk sayesinde az da olsa parlar ve Macabea adını alır. Hayatında ilk defa heyecanlanır kız ve ilk defa yaşamak canını acıtır. Ve ilk defa roman, belirli bir akış kazanır.
Fakat uzun sürmez bu anlatım. Kıskanır sanki kızı yazar ve peki ya ben? demeye başlar. Kısa bir süre sonra da acımasızca ayırır onları. Son sözleri şöyledir Olimpica’nın: “Sen, Macabea, çorbadaki kıl gibisin. Kimse onu yemek istemez. Duygularını incittiğim için özür dilerim ama dürüst oluyorum. İncittim mi seni?” (s: 71) Her zamanki gibi ne diyeceğini bilemez kız ve kendinden beklenmedik bir şey yapar, gülmeye başlar. Çünkü ağlamayı çoktan unutmuştur. Sonra çok yorgun bir sesle “Tam olarak bilmiyorum” der.
Sonlara yaklaştıkça iyice sıkılır yazar. Eğer hâlâ yazıyorsam ölümü beklerken yapacak daha iyi bir şeyim olmadığından der ve öldürür kızı. “Günah beni cezbediyor, yasak şeyler büyülüyor beni. Bir domuz ya da tavuk olmak istiyorum, sonra onları öldürüp kanlarını içmek.” (s: 83)
Romanı okudukça anlarız ki, Macabea’yı değil, kendini anlatıyordur Rodrigo. O katman katman anlatım içinde parça parça soyar kişiliğini ve sunar okura cömertçe. Ta ki bilinçaltının derin dehlizlerine düşüp çırılçıplak kalana kadar. Macabea’nın trajedisini okudukça, yazara üzülürüz daha çok. Çünkü Macabea hakkında yazdıkça ona benzediğini fark eder Rodrigo, giderek o olur ve onsuz yaşayamaz olur.
“Ölmemek, çünkü ölmek de yetmiyor, tamamlamıyor beni, buna çok ihtiyacı olan beni. Macabea öldürdü beni.” (s:101)
Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (28 Mayıs 2020)