Edebiyatın Cadıları serisinin onuncusuna geldik. Bu yazıda, tıpkı Olga Tokarczuk gibi, yaşayan bir ahir zaman cadısından bahsetmenin mutluluğu içindeyim. (Bundan sonra da elimden geldiğince günümüz edebiyat cadılarını yazmaya çalışacağım.) Konuğumuz, edebiyatının en imgesel romancısı, Latife Tekin ve onun bir cadı hakkında yazdığı eşsiz romanı, Muinar. Söyleşilerinde sürekli olarak ‘edebiyat dışı’ olduğunu beyan etse de, ölmeden önce edebiyat dünyasında hak ettiği yeri almış özel cadılardan Latife Tekin.
Daha ilk romanıyla, 1980 sonrası Türk Edebiyatına damgasını vuran, çok okunan, çok konuşulan, hakkında onlarca tez yazılan yazarlardan. Bu topraklarda yaşayan ve eli kalem tutan insanlar arasında, Sevgili Arsız Ölümü ve Berci Kristin Çöp Masallarını duymayan var mıdır acaba? Edebiyata ilgi duyan herkes okumuştur bu müthiş kitapları. Ve okuyan her insanın hayatına bir şekilde değmiş, hatta silinmez çentikler atmıştır o romanlar.
Edebiyatın Başcadısı Ursula K. Le Guin: “Edebiyat, sözcüklerle anlatılamayacak olanı sözcüklerle anlatmaya çalışır,” der. Latife Tekin de dile gelmemiş sözcüklerin peşine düşer. Zaten o sözcükler, edebiyat cadılarının elinde, ilkel seslere, arkaik haykırışlara, şiirsel imgelere dönüşmüştür çoktan. Çünkü onlar, yüz yıllardır öyküleri yazılanları, sürekli göz önünde olanları, her daim ısıtılıp ısıtılıp önümüze konanları, her türlü gücü elinde tutanları değil; binlerce yıldır görmezden gelinenleri, bilinmek istenmeyenleri, yok sayılanları, işine geldiği gibi kullanılanları yazmışlardır hep. Kısaca ötekilerin hikâyelerini. Dili olmayanların dili, sesi çıkmayanların sesi olmaya soyunmuşlardır. Elbette süslü cümlerle ya da sıradan sözcüklerle anlatılacak şey değildir onların hikâyesi. Bu yüzden farklıdır sesleri. Ve tam da bu farklılıktır onları sıra dışı ve benzersiz kılan.
Sonsuz evrende, 4,5 milyar yıldır var olan dünyamızın üstünde yaşayan Homo Sapiens’in geçmişi, hepi topu 300.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Üstelik insanlık, bunun son 10.000 yılında yerleşik düzene geçmiş ve böylece dünyayı, içinde yaşanlarla birlikte, resmen ele geçirmiştir. Elbette erkekçe bir el koymadır bu. Dünya ve insanlık tarihine bakıldığında 10.000 yıllık süreç devede kulak sayılmaz. Fakat bu eril güçler, iktidarsız geçen yüzbinlerce yılın intikamını almak istercesine, kendisinden başka her canlıyı (kadınlar, çocuklar, yaşlılar, sakatlar, deliler dahil), egemenliği altına almıştır. Elbette yazı ve kültür de onların döneminin ürünüdür. Ancak son tahlilde, yüzbinlerce yıl süren ana erkil yaşantıya karşı, bin yıllık ata erkil düzenin lafı bile olmaz. Olmayacaktır da.
Şimdi, eril değil, dişil anlatıların zamanıdır. Doğayı kültürleştirerek zapt eden patriyarkal talana karşı, sessizliğin sesini duyurma vaktidir. Yazmaktan onur duyduğum “Edebiyat Cadıları”nın, içlerinden gelen önlenemez bir hisle, bilinç dışlarından taşan yüzbin yıllık sembollerle yazdıkları eserler, işte bu büyük sessizliğin sesidir. Kesik kesik yazarak, cümleleri bölerek, arada es vererek, farklı işaretler kullanarak, yaratıcı imgelerle, masalsı anlatılarla, dilin kemiğini çıkarıp sözün keskinliği kıran kadınların sesidir.
İşte bu öncü yazarlardan biridir, Latife Tekin. Kendisinden önce gelen tüm edebiyat cadıları gibi, başlangıcı ve sonu olan bütünsel romanlar, klasik meta öyküler, düz ve çizgisel anlatımlar, bir çırpıda okunacak metinlerle ilgilenmez o. Edebiyat kanonları tarafından tanımlanmış bir biçime, tasnif edilmiş bir kalıba sokmak istemez yazdıklarını. Çünkü kendini sınırlamak istemez, sınırlayıp herkesin bir çırpıda okuyacağı, ortak dile ait metinler yazmak değildir muradı. Günlük yaşamda karşılığı olmayan karakterler, öyküler, diyaloglar yazmak ister hep. İçinden taşan arkaik bilgelikle, daha önce duyulmamış seslerle yazar. Önüne bakarak değil, evreni saran büyük boşluğa bakarak yazar. Ne Büyülü Gerçekçi, ne Fantastik ne de Minör Edebiyata dahil edilebilir yazdıkları. Hatta salt roman da denemez onlara; şiir de vardır içinde, masal da. Ve çokça imge. O yüzden, Edebiyatın en imgesel yazarı, adını verdim ona.
Latife Tekin, kendinden önce gelen Sevim Burak, Leyla Erbil gibi büyük edebiyat cadılarının yapmayı başardığı o dişil anlatıyı çıtalarca yükseğe çıkarmış bir yazardır. Sistemin içinden değil dışından, kıyısından, köşesinden seslenir insanlara. Yoksulların dilsizliğini dile getirmek için, doğaya ait sessizliğin sesi olmak için yazar. Kendisinin deyimiyle, insan olma deneyimini aşmak için yazar. O yüzden dili, söze değil sese yakındır, nesire değil şiire yakındır, romana değil masala yakındır. Çünkü kuşların dili şakımaya, ağaçların dili hışırtıya, gökyüzünün dili bazen sessizliğe bazen haykırmaya yakındır. Onun için ses, her şeyin başlangıcıdır. Görmekten, dokunmaktan, tatmaktan önce ses vardır. Derin, kadim, bilge, arkaik ses… İçimizde, doğamızda, tarihimizde olan ancak unuttuğumuz sesler…
Bu sebepten her romanına, daha önce duyulmamış yabanıl sesler, arkaik tınılar katar Latife Tekin. O ses kulağına gelmeden, içine doğmadan, yeni bir romana başlamak istemez. İşte Muinar, tam da o arkaik sesin dile gelmiş halidir. Yüz binlerce yıl öncesinden gelen bilge kadın sesidir o. Henüz yazıya dökülmemiş sözün sesidir. Bir söyleşisinde şöyle der cadımız: “Öncelikle kulağıma doğacak sesten söz ediyorum ben. Görünen görünmeyen, gizli saklı her şeyin sesinden. Isınıp soğuyan kayaların, uçan rüzgârın, dalgalanan denizin. Dünya yüzündeki tüm varlıkların birbirine karışan, eklenen, uzayıp giden sesinden. Bir ağacın gölgesine çekilmiş, gözlerimiz kapalı soluklanırken kulağımıza dolan o varoluş yankısından söz ediyorum. O yankıyla uyumlu ama yine de titreşimiyle ayrışan, başka bir ses. Dili kullanarak dilden çıkmaya çalışan ses.”
1980’lerin başında başlayan yazım serüvenine yoksulları, ezilenleri, sömürülenleri yazarak başlamıştır Latife Tekin. 2000’li yıllardan itibarense yüzünü doğaya çevirmiş ve kentin köleleri dediği ağaçların, bitkilerin, hayvanların hikâyelerini kaleme almıştır. Ormanda Ölüm Yokmuş, Unutma Dersleri ve Muinar, işte bu sözü olmayıp sadece sesi olan varlıkların, yabanılın, “vahşinin” öyküsüdür. Latife Tekin’in tüm metinleri, alışılagelen romanlardan değildir, hepsi başlı başına özgün eserlerdir, fakat Muinar, onun romanları arasında da başka bir yerdedir. Gökyüzünde, boşlukta, sonsuzlukta asılı kalmış, sahipsiz seslerin yankısıdır Muinar. Zamansız, mekânsız, kahramansız, olay örgüsüz bir çıplak sestir o. İçinde tek bir karakter ve iki farklı ses barındırır roman. Elime, yaşayan kanlı canlı bir kadındır, üstelik yazardır. Muinar ise ansızın onun içine yerleşen bin yıllık bir cadının sesidir. “İçindeki kocakarıyım, coğrafyası gizli bir kocakarıyım, her kadının içinde benim gibi bir kocakarı uyur derinde, uyanması şans işi, şarta bağlı.” s:10
Lakin bildiğimiz, duyduğumuz kocakarılardan değildir Muinar. Dünya işleriyle fazla ilgilidir; televizyon izlemeyi sever, motor yarışlarına bayılır, gündelik siyaseti takip eder, bolca küfürlü konuşur. Olur olmaz yerde ve zamanda dırdır edip Elime’nin kafasını şişirir. Bazen atışırlar, bazen çekişirler, bazen de uzun uzun anlatır Muinar. Kadından kadına geçtiği binlerce yıllık süreçte, iç sesi olduğu kadınların acılı, tutkulu, öfkeli, dilsiz, yenik öykülerini. “Kadın düştü Elime, dünya da kadınla beraber düştü, en son işte, bu topraklarda yenildik, ayıyla güneşiyle teslim aldı dünyayı erkekler, hem savaş esirleriyiz, hem de anneleri, kız kardeşleri, zevceleriyiz, kendi içine doğru göçe başladı kadınlar, dilleri sayıklama dili oldu, bulaşık çamaşır bakışlı yaptı kendini, buharla örtüp kapattı yüzünü, kabuğu kırılmaz içli ceviz, sen içini erkeğe yediren kadın gördün mü?”
Yine de umutsuz değildir Muinar, şöyle devam eder sözlerine: “Dünyayı kana boyadı, öldürdü erkek, kadın sağ edecek dünyayı, oku!” s:119
Yüzü, kadına olduğu kadar doğaya dönük bir metindir Muinar. Tıpkı, Ormanda Ölüm Yokmuş ve Unutma Bahçesi gibi, insan denen gözü dönmüş varlığın, gün geçtikte artan fütursuz özgüveniyle, teknolojisiyle, bilimiyle, kültürüyle, dört bir yandan sararak doğayı nasıl esir aldığını anlatır. Ve onu, içinde yaşayan tüm varlıklarla birlikte, kendine nasıl köle yaptığını. Son zamanlarda Türk Edebiyatında git gide çoğalan doğa merkezci, anti-hümanist, animist, ekolojist, feminist bakış açısıyla yazılan metinlerin ilklerindendir bu üç roman. Zaten yazdığı her romanda, yeni bir ses, farklı bir söylem, özgün bir konuyla karşımıza çıkar Latife Tekin. Bu da onun Türk Edebiyatındaki ayrıcalıklı konumunu belirleyen en önemli yanıdır.
Elbette tüm edebiyat cadılarının ortak özelliğidir; dağınık, parçalı, kesik kesik, şiirsel, imgesel anlatımlar. Başı sonu olmayan öyküler. Okunması zor, karanlık, ilkel metinler. Dünyanın görünür, işaretlenebilir yanlarını değil ayak basılmamış, vahşi, evcilleşmemiş yanlarını anlatan metinler. On bin yıldır esir alınan dili; eril, katı, keskin, sabit, bütünsel tahakkümden kurtarıp, yumuşatan, hafifleten, uçarılaştıran, belirsizleştiren, dişil metinler…
Sevgili Arsız Ölüm (1983), Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Gece Dersleri (1986), Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995), Gümüşlük Akademisi (1997), Ormanda Ölüm Yokmuş (2001), Unutma Bahçesi (2004), Muinar (2006), Rüyalar ve Uyanışlar Defteri (2009), Sürüklenme (2018), Manves City (2018), Altınçayır Vadisinin Çocukları (2020) ile tam 38 yılda birbirinden farklı ve özgün 13 kitap yazmış Latife Tekin. “Türkçenin yarına kalacak büyülü mirası’’ olarak nitelenen romanlarının çoğu İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Japonca, Felemenkçe ve Farsça başta olmak üzere pek çok dile çevrilmiş. Onunla aynı gökyüzünü paylaşmak biz okuyucular için ne büyük bir şans!
Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (12 Mayıs 2021)