“Edebiyat Cadıları” serisinin on dördüncü bölümünde, edebiyatın en kaotik cadısı, Anna Kavan hakkında yazmanın coşkusu içindeyim. Henüz tanıştığım ve okur okumaz diline, sözcüklerine ve düş gücüne hayran olduğum, Anna Kavan hakkında. On bin yıllık eril söylemin ötekileştirdiği, değersizleştirdiği giderek düşmanlaştırdığı kadınların en vahşi temsilcilerinden o. Yani ölümsüz cadı kavminden. Yüzyıllardır yakılarak, işkence edilerek, şeytanlaştırılarak, sürülerek, aforoz edilerek yok edilmeye çalışılan kadınlardan. O zamanlardan günümüze artarak devam eden “kadın düşmanlığı”nı, yazdıklarıyla dile getirenlerden. “Buz” isimli eşsiz romanı, bence bu konuda yazılmış en iyi romanlardan. Tıpkı diğer edebiyat cadıları gibi, kitonyen dünyayı temsil eden kadınlardan, Anna Kavan. Tekinsiz dünyaların, tehlikeli bataklıkların, kaotik olayların yazarı. Gökyüzüne karşı yeraltının, güneşe karşı ayın, aydınlığa karşı karanlığın, sıcağa karşı soğuğun, yağmura karşı karın sesi. Sonsuz hayal gücü ormanlarının, dipsiz buçaksız bilinçaltı dehlizlerinin kaygan ve kırılgan kraliçesi.
Tüm edebiyat cadıları gibi, başlangıçsız ve bitişsizdir metinleri. Geçmişin, geleceğin ve şimdinin aynı anda birbiri üzerine çöktüğü girift, alegorik, metoforik, düşsel ve masalsı anlatılardır. Bir o kadar da karanlık ve karmaşıktır. Zor okunan metinlerdir, okuyucudan hep tetikte olmasını isteyen. İlginç olan şu ki, hiçbir şey anlamasak da, yazdıklarını büyük bir zevkle ve iştahla okuruz. Tıpkı zamansız bir şiiri okur gibi. Ya da ilkel bir ressamın elinden çıkan hipnotize edici bir resme bakar gibi. Dili bölerek, anlatıyı parçalayarak, zamanı ve mekânı kesintiye uğratarak lime lime edilmiş metinlerdir bunlar, anlatının bilindik sınırlarını yıkıp yıkıp yeniden inşa eden.
Edebiyat dünyasında “Kafka’nın Kızkardeşi” olarak anılıyor Anna Kavan. Evet, ona olan hayranlığı çok bariz, doğal olarak metinlerine de yansımış bu hayranlık. Yine de yazdıklarını, salt “Kafkaesk” metinler olarak sınırlamak doğru gelmiyor bana. Evet, Kafka gibi büyük bir yazardan yola çıkan ama giderek onu aşan bir dil ve kurgu yaratmayı başaran yazarlardan o. Evet, Kafka gibi kişisel yaşantısı ve kaygılarını metinlerine taşıyan ama giderek toplumsal ve hatta evrensel bir dile ulaşanlardan. Evet, Kafka gibi yazının büyülü diline sığınarak zihinsel ve duygusal karmaşasını, korkularını görünür kılıp onlara cesaretle bakabilen yazarlardan. Evet, Kafka gibi zamanı ve mekânı eğip bükerek, neredeyse zihninin bir parçası haline getirerek bilinç dışının derin kuytularında cesaretle dolaşanlardan. Kısaca ifade edecek olursam: Eşsiz edebiyat cadılarından. (Bugüne kadar yazdığım edebiyat cadılarının hemen hemen tümünün Kafka hayranı olması, bir tesadüf olmasa gerek.)
Ve tüm edebiyat cadıları gibi, dili zaman zaman “Kafkaesk” leşip gerçeküstünün, fantastiğin sınırlarında dolaşırken bir yandan da distopyanın, bilim kurgunun, deneysel edebiyatın sınırsız ufuklarına yelken açar. Yaşadığı acıları, kaygıları, çatışmaları ve eroinle kurduğu tehlikeli ilişkiyi yazarak gün yüzüne çıkarır, Anna Kavan. Sözcüklerle büyü yapan tüm edebiyat cadıları gibi yazıyla şifalandırır kendini. Kaleme aldığı o çarpıcı metinler, düşsel görüntüler, sarsıcı ifadeler, eroinle hemhal olmuş bir beynin sanrılı dışa vurumu olarak da okunabilir, doğaya tamamen yabancılaşmış 21. yüzyıl insanının içine düştüğü içler acısı durumu olarak da.
Diğer edebiyat cadıları gibi, yazdıkları kadar yaşadıklarıyla da ilgi çeker Anna Kavan. Asıl adı Helen Woods’muş. İngiliz zenginlerinden bir aileye mensup olarak 1901 yılında Fransa’da doğmuş. Henüz 11 yaşındayken, babası bir teknenin pruvasından atlayarak intihar etmiş ve o günden sonra giderek yalnızlaşıp içine kapanmış Woods. Ve yavaş yavaş Kavan’laşmaya başlamış. Sevgisiz bir annenin elinde büyümüş -ki bütün eserlerinde açık seçik görülür bu. Genç yaşlarda yaptığı iki mutsuz evlilikten iki çocuğu olmuş. Oğlu Bryan II.Dünya Savaşı’nda ölmüş. İkinci büyük kırılma! Bu ve buna benzer acı olayların sonucu farklı intihar girişimlerinde bulunmuş yazarımız. Böylece kalan ömrünü düzensiz aralıklarla hastanelerde, uzun yolculuklarda ve ‘bazuka’ adını verdiği eroin şırıngalarıyla geçirmeye başlamış. O vakte kadar yazdığı kitapları ve o kitaplardaki estetiği tümüyle reddederek, kendi karakterlerinden biri olan Anna Kavan adını almış. (Aynı zamanda Kafka’ya göndermeymiş ismi) Eski duygusal metinlerinin aksine, yenileri kaotik ve depresif metinler olmuş. Tıpkı kitapları gibi kendisi de biçimsel olarak değişmiş ve şık, sofistike bir sarışına dönüşmüş. “Kafka’nın kız kardeşi” yakıştırması da bu yıllarda yapılmaya başlamış. 1925 yılında, henüz 24 yaşındayken tanıştığı eroinle 43 yılını geçirmiş, Anna Kavan. 5 Aralık 1968’de, Kensington’daki evinde kalp yetmezliğinden ölü bulunduğunda, etrafı çeşitli uyuşturucu maddelerle doluymuş. Öyle ki polis memuru yaptığı açıklamada “Bütün caddeyi öldürmeye yetecek kadar,” diye ifade etmiş bu miktarı.
Anna Kavan hayattayken, 1967’de yayımlanan son romanı Buz. Aynı zamanda ‘başyapıtı’ Buz kadar kaygan, kırılgan ve batan bir dille yazılmış bir kaotik roman. Gerçeküstü -şimdilik- bir dünyada, düşle gerçeğin birbiri içine karıştığı karanlık bir öykü anlatır, Anna Kavan. Çok boyutlu, çok katmanlı, farklı okumalara açık bir hikâye. Buz, bir imge olarak güneşin hiç doğmadığı, sadece buzla aydınlanan tekinsiz toprakları temsil eder. Başka bir deyişle, kadınlara layık görülen kitonyen yeraltı âlemini. Aynı zamanda insanların içinde ve dışında süregelen bitimsiz savaşları anlatır. Anna Kavan’ın kendisine, düşüncelerine, endişelerine karşı verdiği savaşın cisimleşmiş halidir, Buz.
Üstünde yaşadığımız dünya, iklimsel bir facia sonucu hızla yok oluşa doğru ilerlerken, Kuzeyde, isimsiz bir coğrafyada yaşayan, isimsiz iki erkek ve bir kadının, birbirleriyle olan tuhaf ve karmaşık ilişkisini hikâye eder roman. Bir tür nükleer felaket olarak kuzeyden gelen koca bir buz kütlesi, dünyayı yavaş yavaş sarmaya başlar. Buz’un geçtiği her yer bembeyaz olur; sular donar, yollar kapanır, evler, ağaçlar kara gömülür. Köyler, kasabalar, şehirler ortadan kalkar, kıtalar birleşir ve insanlar toplu olarak ölmeye başlar. “Ne güneş, ne gölgeler, ne hayat, ölü bir soğuk.” S:13 Elbette buzla beraber, dünyada önlenemez bir kargaşa baş gösterir. “Sürekli insanlar kayboluyordu; yüzlercesi evini terketmiş ve bir daha görünmemişti, çoğu da mutsuz evli kadınlardı.” S:17 Buzdan kaçan aç insanlar, diğer ülkelere akın akın göç ederler. Çalışabilenler bedava iş gücü olarak tutulur, diğerlerinin akibeti belirsizdir. Öte yandan, buzun henüz ulaşmadığı bazı topraklarda, vurdumduymaz bir şenlik dönemi yaşanır.
Saplantılı bir tutkuyu anlatır Buz. Romanın isimsiz anlatıcısı, öykü boyunca isimsiz kızı arar. Dünyada yaşanan korkunç felakete karşın tek düşüncesi vardır: Kızı görmek. Tıpkı buz gibi saydam ve kırılgan bir kızdır bu. “Saçları şaşırtıcıydı, gümüş beyazı, albino saçı, ayışığı gibi parlıyordu, ayışıklı Venedik camı gibi. Ona camdan bir kızmış gibi davranıyordum; ancak ara sıra, o da güçbela, gerçekmiş gibi görünüyordu.” S:9
Nitekim her defasında, türlü zorluklar aşarak ona ulaşır. Yaşadığı badireleri, bazen muhafız denen adama rağmen, bazen de onun yardımıyla atlatır. Muhafız da anlatıcı gibi âşıktır kıza. Anlatıcının çoğu zaman düşmanı, ara sıra dostudur muhafız. Hem kendisidir onun hem öteki. Fakat kız, adamı gördüğüne sevinmez, onunla konuşmaz, hatta bir an önce çekip gitmesini ister. Bazen hiç konuşmadan yanından ayrılır kızın, bazen de -tıpkı muhafız gibi- işkence ederek.
“Özellikle bir koluna baktım, üstünde açıkça göze çarpan yuvarlak diş izleri olana. Önkol kemikleri kırılmıştı, kemiğin keskin sivri uçları bilekte yırtılmış dokudan dışarı çıkıyordu. Kendimi hakkı yenmiş hissettim: bu kırığı müşfik sevgiyle tek başıma ben yapmış olmalıydım; yara açmaya hakkı olan tek kişi bendim. Öne eğildim ve soğuk derisine dokundum.” S:48
Romanın konusu ve karakterleri kadar anlatış biçimi de ‘kaotik’tir. Bir paragraf, ‘ben’ diliyle yazılırken diğeri ‘o’ diliyle yazılır. Bir cümlede anlatıcı, müthiş bir kar fırtınasının ortasında ölümle burun burunayken ikinci cümlede sıcacık odasında yatar haldedir. Bir bölümde, buz tabakasının ortasında soğuktan ölür tutkuyla bağlı olduğu kız ya da muhafız tarafından öldürülür; diğer bölümdeyse hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkar. Olaylar çizgisel değil daireseldir, dönüp dönüp hep aynı sahneyi anlatır sanki yazarımız. Gerçeğin en acımasız haliyle hayal gücünün sınırsız uçları arasında gidip gelir sürekli metin. Romanda görülen bu çelişkili anlatım, öyküyü halüsinatif bir kurgu olarak da okumamızı sağlar.
Anna Kavan, Buz’u yazdıktan sonra yayıncısına, “Artık dünyayı bu şekilde görüyorum” demiş. Her açıdan sonuna gelmiş dünyanın kurtuluşuna dair tek bir umut yoktur romanda. “Doğaya karşı, evrene karşı, hayata karşı, korkunç bir suç işlenmişti. Hayatı reddederek, ezeli düzeni yıkmıştı insan, dünyayı yıkmıştı; şimdi her şey parçalanıp yıkılmak üzereydi.” S:124
“Kar sıklaşıyordu, bitip tükenmeden yağıyor, durmaksızın elenip dökülüyor, ölen dünyanın yüzünün üzerine bir steril beyazlık tabakası seriyor, güçlüleri ve kurbanlarını bir toplu mezara birlikte gömüyor, insanın ve onun eserlerinin son izini siliyordu.” S:127
edebiyathaber.net (19 Kasım 2021)