Edebiyat Cadıları serisinin yirmi ikincisinde kanlı canlı bir edebiyat cadısından bahsetmenin heyecanı içindeyim. Çünkü Pelin Buzluk, dünyanın bütün coğrafyalarında yaşamış kadim cadılar gibi hasbelkader içine doğduğumuz ve vahşetinin her çeşidine tanık olduğumuz bu toprakların bitmez tükenmez acılarını, kayıplarını, yaslarını öyküler. Ve tabii o ölçüde şiddetini, nefretini ve vurdumduymazlığını… Ama ne öyküleme!
Yaşanan acıları, kayıpları kendine özgü o benzersiz diliyle yazmaz âdeta nakşeder, Pelin Buzluk. Distopik ve alegorik öykülere. O halde neden yazarımıza, ‘Edebiyatın en nahif cadısı’ ismini verdim? Çünkü eşsiz duyarlılığı ve kırılganlığıyla nakşeder öykülerine. Ayrıca edebiyatın en genç cadısıdır Pelin Buzluk. Elbette zamandan daha yaşlı daha bilgedir cadılar. Ve eserlerini, içlerinden gelen önlenemez bir güçle, çok boyutlu bir sezişle kaleme alırlar. İlginç olan şu ki, farklı dönemlerde ve çoğrafyalar da yaşasalar da yazdıkları benzerdir hep. Çünkü cadılar, dilleri farklı ama acıları aynı olan tüm coğrafyaların zamansız sesleridir.
Onlar ki yaşadıkları süre boyunca, her türlü iktidarın altını oyan ‘tehlikeli’ yazarlardır. Sadece devletin tüm aygıtlarını elinde tutan ve her fırsatta kullanmaktan çekinmeyen siyasal iktidarlara değil aile, ahlak, cinsellik gibi kavramların merkezinde yer alan toplumsal iktidarlara da karşı metinler yazarlar. Çünkü iktidarların en önemli silahı dildir ve dil sanıldığı ölçüde masum bir aracı değildir. Asırlardır süregelen ve tüm insanların kolektif bilinçdışına kaplayan bu eril dile karşı gelebilen yegâne yazarlardır cadılar. Çünkü varolan eril dili kırıp yerine -dişil de olmayan- kendi özgün dillerini yaratanlardır onlar.
Bazen dil öncesi döneme ait arkaik bir ses olur bu, bazen bir ah, bir nida bir haykırış… Kimi bir iç ses olur, kimi de rüyaların, kâbusların, ölmüşlerin, cinlerin ve hayaletlerin sesi… Kâh unutulmaz bir intikam olur öyküleri, kâh hafızalara kazınan derin bir yara izi…
Pelin Buzluk işte böyle yazarlardandır. Öykülerinin sesi öylesine geniştir ki dünyanın tüm coğrafyalarında dolaşır durur. Kimi Güney Amerikalı yazarlara uzanır ve Borges, Cortazar, Lispector olur; kimi de kuzeye uğrayıp Poe, Oates olur. Çoğu bu toprakların kadim cadılarına döndürür sesini ve Sevim Burak, Leyla Erbil, Bilge Karasu, Onat Kutlar olur. İlk öykü kitabı Deli Bal’da Kafes isimli öyküsünde şöyle der cadımız: “Tüm katları böylece gezip durdu. 2. katta epey vakit geçirdi. Kâh Dostoyevski, kâh Kafka oldu. Sonra Huxley oldu, Morrison oldu. Poe olunca kendi ellerinden tuttu. Nietzsche olunca kendi boynuna sarılıp ağladı. Turgut Uyar olduğunda uzanıp kendi yanaklarından öptü. Öyle duygulandı, öyle çok yaş döktü ki… Ancak hiçbirinin yaşamını istemedi. S:23
Pelin Buzluk’un öykülerini okuyup da tedirgin olmamak mümkün değildir. Bir kere okunup unutulacak öykülerden değildir onlar. Her okuduğumuz öyküde az gider ama çok döneriz, bir gider ama bin oluruz. Kalemi rafine, gönlü kadife, öyküleri ise keskin bir bıçaktır onun. Delik deşik oluruz.
Bugüne dek dört öykü kitabı çıkardı yazarımız. Kitapların içinde yer alan öyküleri gibi isimleri de şahanedir. İlk üç öykü kitabı ödüllüdür ve elbette bu ödülleri sonuna kadar hak etmiştir Pelin Buzluk. Deli Bal (2010) Yaşar Nabi Nayır öykü ödülü, Kanatları Ölü Açıklığında (2012) Selçuk Baran öykü ödülü, En Eski Yüz (2016) Sait Faik Abasıyanık öykü ödülü almıştır. Ve yedi yıl sonra da dört gözle beklediğimiz, Yer Değiştiren Sular.
Yeri gelmişken öykü ödüllerinden de bahsetmek isterim. Ne hikmetse son zamanlarda bu ödüller- tabiri caizse- önüne veya işine gelene veriliyor. Üstelik bir tane yetmiyor, iki, üç hatta dört kişiye birden veriliyor. Hem bir yazar hem de bir okuyucu olarak merak edip alıyor ve hepsini okuyorum. Sonuç: Hüsran! Ülkede her şey gibi edebiyat da giderek değerini kaybediyor maalesef! Ah, nerde şimdi o kılı kırk yaran edebiyat eleştirmenleri…
Tabii salt ödüller değil öyküler de giderek bayatlıyor, sıradanlaşıyor. Geçenlerde Edebiyat Haber’de Metin Celal’in, “Bütün Öyküler Birbirine Benzemiyor mu? başlıklı yazısını okudum. Öykülerinin intihal edildiğini öne süren bir yazarın ifşasının ardından yazmış metni. Şöyle diyor Metin celal: “Çünkü öykü yazarlarımızın çoğunluğu belirli bir ortalamayı tutturuyor ve ‘yayınlanabilecek’ öyküler yazıyorlar ama farklılaşamıyorlar. Bütün öyküler birbirine benziyor. Birlikte vasatı oluşturuyorlar.” Her cümlesine katılıyorum. Eskiden köşe başlarını tutmuş organize bir ‘edebiyat kanonu’ vardı, şimdilerdeyse internet sitelerinde küçük gruplar halinde yuvalanan ve sadece birbirlerinin yazdıkları okuyan -tabii yerlere göklere sığdıramayan- ‘edebiyat öğütücüleri’ var.
Neyse ki hâlâ inatla ve ısrarla iyi öykü yazanlar var. Bunlardan biri hatta fazlasıdır, Pelin Buzluk. Kıymeti kendinden menkul birtakım öykücüler gibi bilgisayarın karşısına geçip çarpıcı cümleri bul, değiştir, yapıştır ya da ‘Üç adımda yaratıcı yazarlık’ benzeri atölyelerden birine git ve tornadan çıkmışçasına birbirine eş öyküler uydur, şeklinde yazanlardan değildir asla. Her şeyden önce iyi bir okurdur Pelin Buzluk. Öykülerinin tamamında, edebiyat tarihinin derin ve kalıcı ayak izlerini görürüz. Okuduklarını içselleştirir ama en önemlisi onlara taze dokunuşlar, farklı bakış açıları kazandırır. Ve tüm iyi yazarlar gibi kendini hemen ele vermeyen yepyeni dünyalar kurar. Kitapları sayfa olarak kısa ama hacim olarak uçsuz bucaksızdır.
Bunca girizgâtan sonra gelelim yazarımızın öykü kitaplarına. Henüz ilk kitabı Deli Bal ile ürkütücü distopik dünyaların kapılarını aralayıverir cadımız. 62 Tavşanı, babalar ve çocuklarının dehşetengiz çarpışmasıdır. Hükümet -Kafka’nın Dava’sına benzer- altmış iki yaşını doldurmuş babaların öldürülmesi gerektiren bir yasa çıkarmıştır. Çocuklar babalarını öldürmek için arar, babalar çocuklarına yakalanmamak için kaçar. “Başka birine sırf kendi evladı olduğu için hükmedemeyecek, onu yönetemeyecek, haklarına el koyamayacak ve ona sahip olamayacaksa, babalık neye yarar? S:14
Aynanın Sonu, bir Sadık Hidayet öyküsü kadar tekinsizdir. Durmaksızın yazmak isteyen bileğinden kesilmiş bir el! “Kimi insanlar vardır, Bay Clapot, kâğıda akıttıkları sözcüklerin büyüsüyle yaşarlar ve bu sözcükler, yazılamadıklarında sahiplerini boğar. Rezai de –sanırım– böylesi bir tutkuyla, yaşama bağlanır gibi bağlanmıştı sözcüklere. Sonunda havagazıyla intihar ettiğinde bırakmıştı sözcükleri. Ancak sözcükler yaşamayı seçmişti.” S:52
İtiraf edeyim, Pelin Buzluk’un en sevdiğim kitabı, Kanatları Ölü Açıklığında’dır. Her kelimesi her kurgusu kanlı bir oktur öykülerin ve bizleri tam kalbimizden vurur. Hele İbrahim Dağı. Hele Düğün gecesi. İkisi benim için öykünün başyapıtlarındandır. Sonra Kanatsız ve Var Almayan Sesler… Yanlış anlaşılmasın, öykülerin hepsi ama hepsi çok iyidir. Ama yerimiz dar ve eskisi kadar sabırlı değil okuyucular.
İbrahim Dağı, Maraş’a, çocukluğunun evine giden kardeşlerin öyküsüdür. “Dilimiz eski sesleri kavrıyor, heyecanla unutuyordu bazı harfleri, atıyordu.” S:8 Annesi onu doğururken ölen İbram vardır bir de. Babası Yorgancı Yorgo da ölünce yapayalnız kalan ve ortadan kayboluveren İbram. Dindar bir adam olarak en sevdiği duygu acımak olan kardeşlerin babaları, kaçak İbrahim’i tesadüfen bulur ve evlerine getirir. “Dövüşmediğimizden belki, kardeş de olamıyorduk. S:9” Yıllar sonra Maraş’a İbrahim’in yasını tutmaya gidenlerin iç burkan öyküsüdür, İbrahim Dağı.
Düğün Gecesi, her okuduğumda gözümden yaş düşenlerden. Minik yüzüne, yumuk ellerine, yeni ağrıyan memelerine bakmaksızın evlendirilen bir çocuk gelindir Perihan. Tek sahici kardeşi, bahçedeki incir ağacıdır. Diğerleri kardeş değil kasaptır çünkü. Takma dişleriyle perihan’ın yeni ağrıyan memelerini dişleyen yaşlı kasap da, kocasıdır. Fakat bir gece ihtiyarın dişsiz ağızdan bir mucize çıkar. “Özgürlük gibi bir şey duydun: ‘boşolboşolboşol’” S:29 Bu sözü duyar duymaz sevinçle evine, çocukluğuna koşar Perihan. Anası koynuna zar zor sığdırır onu. Yine de mutludur Perihan ve hemen kederli. Kasap abilerden biri ihtiyarı teselli eder: “Ne olacak beyamca… Bir tekeye bakar. Anam seçsin bir teke. İddet dolsun evlendirelim bunları. Sabahına keser yeriz. Eh sonra da biraz bekleyeceksin artık…” S:30 Anası kızına kıyar da tekesine kıyamaz ve başıyla ceviz ağacını gösterir. Böylece perihan, kardeşle evlenmeyi de öğrenir.
Distopik bir öykü daha: Kanatsız. Yine bir hükümet ve yine tuhaf bir yasa. “Birkaç yıl önce başkan, sevdiği bir şairin şiirini bahane edip yıktırmak istemişti balkonları. Mimari proje yarışmalarında evleri balkonsuz yapan mimarların alnını öpmüştü.” “Bütün binalar griye boyandı, bir-iki şaşkın leke: çiçekler” S:16
Ve duvar dibinde bir kuş, kanatları ölü açıklığında.
En Eski Yüz, diğer kitapları gibi sayfa olarak kısa ama içerik olarak yoğun öykülerle doludur. Yine kayıplar yine acılar vardır ama bu kez içinde bedenle birlikte varolan cinsellik de vardır. Su İşi’nde, hükümet yine garip yasa koymuş ve geceleri ışık yakmayı yasaklamıştır. Buna rağmen yasağı delerek hamile karısına ıhlamur kaynatan kocanın, üç yevmiyelik bir su işi için -aynı gece- evden ayrılıp bir daha dönmemesinin öyküsüdür. Tozlu Cennet, lezbiyen bir aşkı anlatır. İkiz kardeşlerin erkeğiyle evlenen ama kadın olanına âşık olan kadının öyküsünü. “Bütün gerçek hikâyeler gibi yarıda kesilmişti.” S:20 Dördüncü, tek bir kadeh rakı içmek için kadınsız sokaklarda dolaşıp kadınlı meyhane arayan bir kadının öyküsüdür. Bulur sonunda ama tek boş masa, bıyıklı bir adamın yanıdır. Adam bunu bir davet sayar ve kadına sırnaşmaya olmadı tehdit etmeye başlar. “Bir kadının gülmesi neşeli veya mutlu olmasından başka her anlama gelir çünkü.” S: 27
Ve gelelim son kitabı, Yer Değiştiren Sular’a. Bir Pelin Buzluk hayranı olarak ne bekledim onun yolunu! Nihayet yedi yıl aradan sonra ses verdi de büyük bir özlemle kavuştum kitaba. Ve gördüm ki -belki de her demini almış yazar gibi- bu kez öykülerini daha sade daha gündelik bir dille kaleme almayı tercih etmiş cadımız. Geçmişin distopik, alegorik, dolaylı anlatımı yerine daha yalın daha çıplak bir tarzı seçmiş. Bir söyleşisinde şöyle diyor Pelin Buzluk: “Gözaltında kayıpların, tutulamayan yasların, cinayetlerin, katliamların coğrafyasında imgelemimin epeydir bu temalarla meşgul olmasını pek de yadırgamamaya karar verdim.”
Yer Değiştiren Sular’da tıpkı ismi gibi öykülerinin istikametini de değiştirmiş Pelin Buzluk. Atanamayan öğretmen, kanını satarak geçinmeye çalışan inşaat işçisi, işyerinde kolunu makineye kaptıran işçi, kocası gurbette çalışan ve sevişmeye hasret genç bir kadın, ablasını kaybeden acılı bir kardeş, baba şiddetine uğrayan bir kadın, kayıp sevgilisini aramaktan vazgeçmeyen âşık bir kadın. Ve tek kelime Türkçe bilmeyen köylülerin bayramla imtihanı.
İlk bakışta, sürekli işlenen alışılmış hatta klişeleşmiş konulardır bunlar. Tabii asıl marifet -büyük öykücü Füruzan’ın yapageldiği üzere- aynı olaylara yepyeni gözlerle bakabilmek, daha önce fark edilmemiş olanı tutup gün yüzüne çıkarabilmektir. Sevgili cadımız Pelin Buzluk, bir bakıma kendini de tehlikeli sulara atarak, başarmış bunu. Çünkü, “Bütün sular yer değiştirir. Karadeniz’de girdiği dere, birkaç yıl sonra Akdeniz’de kayığını yüzdürebilir insanın. Ya da yağmur olup sundurmadan çağlayabilir” S: 31
edebiyathaber.net (23 Ocak 2024)