Onlara halkım diyeceğim, ki benim halkım değillerdi;
ona da sevilen, oysa hiç sevilmedi.
Romalılar 9:25
Ve işte sözcüklerle büyü yapan bir kadın yazar daha: Toni Morrison. Yüzyıllar boyunca süren cadı avlarından kurtulmayı başarmış ve ölümsüzlüğe ulaşmış biri olarak: Hem yapan yaratan hem yıkan yok eden kadim cadılardan. Cezbedici ve kör edici.
Ve asla boyun eğmeyen. Tüm yoldaşları gibi kanla yıkanmış toprakların ve zulümle örülmüş hayatların çığlığı. Acının o dile getirilemez, söze dökülemez yanını büyük bir maharet ve cesaretle gün yüzüne çıkaran büyücü. Sonsuz hayal gücü ormanlarının ve dipsiz buçaksız bilinçaltı dehlizlerinin ölümsüz kraliçesi. Tıpkı, Edebiyat’ın Cadıları, serisinin ilk ikisinde kaleme aldığım Clarice Lispector ve Agota Kristof gibi…
Toni Morrison’un çizgisel yaşamı 1931 yılında başlamış. Amerika’da ırkçılığın en yaygın olduğu dönemlerde, Afrika kökenli işçi sınıfı bir ailenin dört çocuğundan biri olarak Ohio’da. Ailesinden dinlediği Afro- Amerikan halk hikâyeleri, ezgileri ve hayalet öyküleri onun Afro-Amerikan kimlik bilincine sahip olmasında en önemli etkenlerden biri olmuş.
5 Ağustos 2019 tarihinde 88 yaşında bedensel olarak bu dünyadan ayrılana kadar, Amerikan Edebiyatının yaşayan en büyük kadın yazarı olarak kabul edildi.1987 yılında yayımlanan Sevilen (Beloved), adlı romanı, Amerikan edebiyatının son 25 yılda yayınlanmış en iyi yapıtı seçildi. Onun bu büyük başarısı, 1988 yılında Pulitzer ve 1993 yılında Nobel ödülü ile taçlandırıldı. Aynı zamanda Nobel ödülü alan ilk siyahi kadındır Morrison.
Doğada ilk kirlenmedir/ ülkelere/ bölünmesi/ yeryüzünün, der Kara Çizgiler, şiirinde koca şair Fazıl Hüsnü Dağlarca. Bu sebepten olsa gerek insanların da bu denli kirlenmesi.
Büyük hikâyelerin yazarı Toni Morrison, işte insanlığın bu kirli ve vahşi yüzünü, karanlık ve suçlu geçmişini anlatır romanlarında. Unutturulmaya ve unutulmaya çalışılan kolektif ve kişisel bilinçdışını kalemiyle su yüzüne çıkarır tüm çıplaklığıyla. Sarsıcı, şok edici öyküler anlatır. Ötekinin sesidir o, görülmek, bilinmek, tanınmak istenmeyenin. O yüzden gürdür sesi ve yakıcıdır sözleri. Atalarının zorla köle olarak getirildiği toprakların kana boyanmış tarihini yazar ve onların bu insanlık dışı kölelik zincirinden kurtulmak için hayatları ve sevdikleri pahasına verdikleri mücadeleyi.
Yaşadıkları onca acı ve travmatik deneyimden ve ödedikleri onca bedelden sonra bir türlü “özgür” olamayışlarını. Nesiller boyu süren şiddet, vahşet ve yoksulluk sarmalında kaybettikleri masumiyetin ve asla peşlerini bırakmayan utanç ve suçluluk duygusunun nasıl her an patlamaya hazır bir nefret yanardağına dönüştüğünü yazar. Ve şu fallus merkezci dünyada, “her şeye rağmen”, kendini ifade etmeye çalışan siyah kadınları yazar. Şiddetten başka iletişim yolu bilmeyen erkeklerin dünyasında, kendi kimliğini inşa eden kadınların hikâyesini. İşte bu sebepten acılı ve ağırdır sözleri, kimi zaman öfkeli ve vahşi, ama hep özgür ve umutlu. Destansı ve liriktir aynı zamanda. Ve ezgili, kendi müziğinin sesi ve ritmi duyulur her satırında.
Sevilen, Morrison’un romanın önsözünde belirttiği gibi, yaşanmış bir olaydan yola çıkarak yazılmış. Kölelikten kaçmayı başaran genç anne Margaret Gamer, çocuklarının çiftlik sahibine iade edildiğini görmektense, onlardan birini öldürmek (ve diğerlerini öldürmeye teşebbüs etmek) suçundan tutuklanır. Ve sonra kaçan kölelerin sahiplerine iadesini emreden Kaçak Köleler yasasına karşı verilen mücadelenin simge ismi olur.
Bu acılı hikâyeyi yazmaya karar verir Toni Morrison ve şöyle der: “Tarihe geçen Margaret Gamer büyüleyici ama bir romancı için sınırlayıcıydı. Burada hedeflediğim şeyler için gereken hayal gücüne, yaratıcılığa müsait çok az yer vardı. Gamer’ın öyküsünü özgürlük, sorumluluk ve kadınların ‘yeri’ gibi çağdaş meselelerle ilişkilendirmek adına, olay akışını harfiyen, birebir izlemeyecektim. Kadın kahraman utancı ve dehşeti af dilemeyen bir edayla üstlenecekti; bir çocuk katili olmayı seçmenin sonuçlarına katlanacaktı; özgürlüğünü bizzat talep edecekti.”
“124, kinle doluydu. Bir bebeğin zehriyle. Bunu evdeki kadınlar da biliyordu, çocuklar da.” Bu cümleyle başlar Sevilen. Hiç lafı dollanıp budaklandırmadan, direkt konuya girer Morrison. Çünkü o bebek, kapısında 124 yazan o evde, boğazı kesilerek öldürülmüştür annesi tarafından. O yüzden öfke ve kinle doludur ruhu. Ve becerebildiği tek şeyi yapar: Başta annesi olmak üzere olaya şahit olan tüm ev ahalisine kan kusturur bedensiz ruhuyla. Önceleri evden çıkmayan komşular, kapısından dahi geçmez olmuştur lanetli evin. Bebek hayaletin nefretine daha fazla dayanamayan on üç yaşlarındaki iki erkek abi, sırayla kaçarlar evden. Koca zaten ortalarda yoktur. Uzun süren kölelik hayatı boyunca her biri ayrı erkekten olan sekiz çocuğunun dördü öldükten üçü de kaçtıktan sonra elinde kalan tek oğlu, çok sevdiği annesinin kölelik bedelini ödemek için hiç durmadan çalışıp onu özgürlüğüne kavuşturduktan ve nihayet bu eve yerleştirdikten sonra başlarına gelen bu büyük felaketin ağırlığını daha fazla kaldıramaz büyükanne ve ölmeye yatar. Ölümün unutuluştan başka bir şey olmadığını bildiği için, bedeninde kalan son enerji kırıntısını da renkleri düşünmek için kullanır. “Biraz lavanta rengi getir; elinde varsa. Yoksa, pembe.” s:17 Ve o korkunç günden geriye, olayın faili anne Sethe ve yeni doğmuş bebek Denver kalır, ölen bebeğin ruhuyla dolup taşan evde.
Olaylar, Amerikan iç savaşını izleyen yıllarda Ohio’da geçer. Kentucky’de, Tatlı Yuva, isimli çiftlikte köle olarak çalışan Sethe’in, çocuklarının, kocası Halle’in, isimleri Paul A, Paul D ve Paul F olan üç kardeşin ve Sixo adındaki çılgın bir kölenin başından geçenleri anlatır roman. Onları köle olarak satın alan çiftlik sahibi Bay Garner ve karısı, diğer köle sahiplerine göre iyi davranır kölelerine. Çalışanlar da memnundur hâllerinden. Asıl trajedi çiflik sahibi Bay Garner’in ölmesiyle başlar. Tek başına beş tane erkek köleyle bir arada olmaktan korkan karısı, ölen kızkardeşinin kocası ve iki çocuğunu yardıma çağırır. Öğretmen olan adam, çitfliğe yeni bir düzen getirmek ve başıboş kalmış köleleri yola getirmek için yerleşir çiftliğe. Ve böylece Tatlı Yuva’nın erkekleri hakarete uğramaya, dayak yemeye, aç susuz ölesiye çalıştırılmaya başlar. Uğradıkları zulme daha fazla dayanamazlar ve toplu olarak kaçmaya karar verirler. Yaklaşık bir yıl boyunca kaçma planları yaparlar. Yollara yiyecek ve keskin aletler gömüp, binecekleri at arabasını ayarlarlar. Bu arada Sethe dördüncü çocuğuna hamile kalmıştır ama ne olursa olsun onlarla birlikte gitmek ister.
Nihayet beklenen gün gelir, fakat işler planladıkları gibi olmaz. Sadece iki Paul kaçmayı başarır ya da akibetleri bilinmiyordur. Sixo öldürülür, Paul D ağzına hayvan gemi vurulup zincirlenerek geri getirilir. Karnı burnunda Sethe iki yaşındaki kızını ve beş, altı yaşlarındaki iki oğlunu arabaya bindirip yollar, ancak kendisi geri dönmek zorunda kalır. Çünkü çok sevdiği kocası Halle gelmemiştir buluşma yerine. Fakat acele etmelidir, çocukları açtır ve ihtiyaçları olan süt annelerinin memesindedir. Çitfliğe döndüğünde ahıra kapatılır Sethe ve öğretmenin iki çocuğu tarafından vahşice saldırıya uğrar. Sırtının derisi soyulur ve ömür boyu geçmeyecek, çiçek açmış ağaca benzeyen, derin bir yara açılır. Bu işkenceye katlanır Sethe, ta ki çocuklarına sakladığı sütü o iki ergen tarafından emilip sağılana kadar. İşte o zaman ne pahasına olursa olsun kaçar Sethe, öleceğini bile bile. Ama bir mucize olur ve köle avcılarına yakalanmamayı başarır.
O mucize, kimsesiz beyaz bir kadındır. Artık yürüyemeyen Sethe’i emekleterek bir ahıra götürür ve ölümcül yaralarını sarıp paramparça olmuş ayaklarını ovar. Bir sandalda doğum yapmasına da yardım eder. İç eteğine sarıp sarmaladığı bebeği Sethe’ in kucağına verdikten sonra yoluna devam eder. Orada balık avlayan siyahi bir adam görür ölmek üzere olan anneyle bebeği ve nehrin öte kıyısında yaşayan kayınvalide Baby Suggs’un evine götürür.
Tam yirmi sekiz gün sürer bu mucizevi mutluluk. Çocukları ve bilge kayınvalidesiyle birlikte ilk defa özgürlüğü tadar Sethe. Sevinçten, neşeden ne yapacağını bilemez olur.
Ta ki altında atları, ellerinde tüfekleri ve zincirleriyle beraber öğretmen, iki çocuğu ve şerif evin kapısında görünene kadar.
“Anlatılacak bir öykü değildi bu,” diye tekrar ede ede biter roman.
Ama anlatılır…
Tıpkı parçalanmış ruhların parçalanmış öyküleri gibi parça parça anlatılır.
Ve elbette edebiyatın en ölümsüz cadısı Toni Morrison tarafından anlatılır…
Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (13 Ağustos 2020)