Ve işte geldik, Edebiyat’ın Cadıları serisinin dördüncüsüne. Bu kez edebiyatın en oyuncu cadısından bahsedeceğim; saymakla bitmez adı, mesleği ve kimliği olan bir deli dahiden: Romain Gary, Emile Ajar, Roman Kacew, Paul Pavlowitch ve diğerleri…
Yazar, hukukçu, diplomat, pilot, savaş kahramanı, senarist, yönetmen…
Hem Rus, hem Tatar, hem Yahudi, hem Polonyalı, hem Katolik, hem Fransız olduğunu her fırsatta beyan eden çılgın cadı. Yalnızca kendi olmaktan sıkılıp onlarca kişiliğe bürünen büyük oyuncu.
E hep kadın olacak değil ya cadılar! Bazen böylesine sıradışı erkekler de bu ünvanı almayı hak ediyor. Zaten cadılık cinsel ya da kültürel kimliklerle tanımlanan bir kavram olmaktan çok öte bir durumdur; bir hâldir o, yalnızca ruhla, hisle, içgüdü ve sezgilerle ulaşılan. Yaratan ve yok edendir dedik cadılar için, aynı zamanda sonsuz hayal gücü ormanlarının ve tehlikeli bataklıkların bekçileridir dedik. Bu sebeplerden olsa gerek, tarihsel olarak hep kadınlar olagelmiştir cadılar. Ama elbette erkek cadılar da vardır. Ve işte bu ünvanı fazlasıyla hak edenlerden biri de Romain Gary’dir.
Çok tanınan bir yazar Romain Gary, fazlasıyla sansasyonel. Hayatı, kitapları, mahlasları, intiharı… Hakkında o kadar çok konuşuldu ve yazıldı ki, daha ne söylenebilir diye düşünebilir insan. Sırf bu yüzden yazmak istedim onu. Çünkü bir insanın bu denli göz önünde olması, aynı zamanda görünmez olmasıdır da. Tıpkı bir şeyin her yerde olmasıyla hiçbir yerde olmasının bir ve aynı derecede hakikat olması gibi. Yazarımızın sözleriyle devam edelim: Kafam yerinde değil. Fazla görünür olduğum için paramparça oldum, dağıldım. (Yalan Roman s:19) Gerçekten var olmadığınızı kanıtlamanın en iyi yolu, açık alın, burun ve ağızla, bir de kelimelerle filan kendinizi göstermektir. Hiçliğin bundan iyi kanıtı yoktur. (Yalan Roman s:29)
Kime sorsak, hayatım roman der. Bence bu tanıma tıpatıp uyan kişidir Romain Gary. Hatta onun hayatından bir değil onlarca roman çıkar. Çıkmıştır da. Bir değil, iki değil, bir sürü mahlasla bir sürü roman sığdırmıştır 66 yıllık yaşamına. Fransa’nın en prestijli ödülü olan ve her yazara ömrü hayatında bir kere verilen Goncourt’u iki kere almıştır. İlki 1956 yılında Cennetin Kökleri (Les Racines du Ciel) adlı romanıyla, RomainGaryolarak, ikincisi ise 1975 yılında Onca Yoksulluk Varken (La Vie Devant Soi) adlıromanıyla,Emile Ajar olarak. Böylece, yaşadığı süre boyunca yapıtlarını ve kendisini acımasızca eleştirenlerden intikamını almakla kalmamış, epey de dalga geçmiştir onlarla. Öylesine hoşuna gitmiştir ki bu durum, ölümüne dek sürdürür ilginç oyununu. 30 Aralık 1980’de geride bıraktığı ve son sözlerinin, “Çok eğlendim. Hoşça kalın ve teşekkürler” olduğu ironik intihar mektubunda açıklar tüm gerçeği. İşin ilginç yanı Emile Ajar müstear adıyla yazdığı romanlarında o denli açık seçik ifadelerle kendini ele vermesine ve adeta ben Romain Gary’im diye haykırmasına rağmen, o anlı şanlı edebiyat eleştirmenlerden biri bile anlamamıştır durumu. Hatta Romain Gary ve Emile Ajar romanlarını karşılaştırıp onların aynı kişi olduğunu söyleyen bir iki gerçek edebiyat okurunun beyanlarına kulak asmadıkları gibi alay etmişlerdir. Romain Gary tükendi ve artık kendini tekrar ediyor demişlerdir. Onca Yoksulluk Varken, gibi bir romanı yazacak yetenek ve kapasite yok onda, olsa olsa Aragon ya da Queneau yazmıştır bu müthiş eseri demişlerdir. Eminim halen bir yerlerden bakıp bakıp gülüyordur bu sözüm ona büyük eleştirmenlere ölümsüz cadımız.
Evet, O Romain Gary olarak intihar etmiştir ama Dünya Edebiyatı aynı anda iki büyük yazarını birden kaybetmiştir. Onun yazdığı her eser kıymetli ve değerlidir, hatta birer başyapıttır ama benim romanım Onca Yoksulluk Varken’dir. Roman, ilk defa 1981 yılında Can Yayınları tarafından, Vivet Kanetti’nin enfes çevirisiyle Türkçeye kazandırılmış, sonra 2008 yılında Agora Kitaplığı tarafından tekrar basılmıştır. Benim için ne büyük bir onur, en sevdiğim yazarla aynı yayınevini paylaşmak!
Müslüman olarak doğmuş Momo isimli bir çocukla, Yahudi olarak doğmuş yaşlı Madam Rosa arasındaki müthiş sevgiyi, yürek burkan dostluğu anlatır Onca Yoksulluk Varken. Kısa aralıklarla önce sekiz, sonra on, nihayet on dört yaşında olduğunu öğrenen duyarlı ve zeki çocuk Momo’nun dilinden yazılmıştır roman. O kadar saf, samimi ve komik bir dille yazılmıştır ki, okurken yazanın gerçekten on yaşında bir çocuk olduğu hissine kapılıp gidersiniz. Kendini bildi bileli orospuların, pezevenklerin, kaçak göçmenlerin, yersiz yurtsuzların arasında yaşamıştır Momo, ne annesi vardır ne de babası. Bir an önce büyümek ve çalışmaktır tek dileği. Ancak böyle görülüp fark edilecektir insanlar tarafından. Bildiği iki meslek vardır; orospuluk ve pezevenklik. Lakin kıçını koruyacağına söz vermiştir, Madam Rosa’ya. O yüzden pezevenk olmaya karar verir. Sonra pezevenklerden de güçlü olan polisleri tanır ve polis olmaya karar verir. Fakat adlarını yeni duyduğu teröristler de vardır, polislerden bile güçlüdür onlar. Bu iki meslek arasında kararsız kalmışken, Mösyö Hamil, Victor Hugo’dan bahseder ona büyük bir saygıyla. Hemen Hugo gibi bir yazar olmayı da katar tercihleri arasına. Çünkü, “sözcüklerle, insan öldürmeden her şeyin yapılabileceğini” söylemiştir Mösyö Hamil. s: 88. Tanıdığı, bildiği insanların hepsi farklı dine, dile, renge, kültüre sahip olmasına rağmen ortak oldukları tek yan, yoksulluktur. Yoksulluk ve kimsesizlik öylesine sıkı sıkıya bağlar ki onları, romanın iliklerine kadar işler aralarındaki göz yaşartan dayanışma ve paylaşım. Victor Hugo hayranı müslüman halıcı Mösyö Hamil, yoksul hastalara karşılıksız bakan yahudi doktor Mösyö Katz, geceleri Bolognia ormanlarında kıçını savunan Senegalli eski boksör Madam Lola, muhabbet tellalı Nijeryalı Mösyö N’Da Amedee, Fransa’yı süpürmeye gelen Kamerunlu Mösyö Waloumba ve kabile arkadaşları, aynı evi paylaştığı yahudi çocuk Moise, etrafına sürekli gülücükler saçan Afrikalı Banaia ve diğer orospu çocukları…
Ve elbette, herkesten daha büyük kıçı, göğsü ve kalbi olan şişko ve astımlı Madam Rosa. Momo’nun deyimiyle, çok kullanılmış insanlarda bulunan bütün hastalıklara sahip yaşlı bir yahudidir o. Auschwitz toplama kampından kurtulup Fransa’ya yerleşmiş ve geçimini orospuluk yaparak kazanmaya başlamıştır. İyice elden ayaktan ve gözden düşüp işini yapamaz hale geldikten sonraysa orospu kadınların çocuklarına bakarak devam eder yaşamaya. Evindeki çocukların hepsi kayıtdışıdır, çünkü o dönem Fransa’da hayat kadınlarının çocukları ellerinden alınıp yetimhanelere yollanıyordur. Önceleri para karşılığında bakıldığını bilmez Momo, öğrendiğinde ise yıkılır. “Madam Rosa’nın beni bedavaya sevdiğini, birbirimiz için bir anlam taşıdığımızı sanıyordum. Bütün bir gece ağladım; ilk büyük kederimdi bu.” s:2
Sonra, Süper adını verdiği bir köpekle başı belaya girer, onsuz ne yapacağını bilemez olur. “İçimde toplanıp birikmiş bir sürü fazlalık vardı, hepsini Süper’e verdim” s:12
Onu o kadar çok sever ki Momo, bir başkasına verir. Beş yüz franga zengin bir kadına satar köpeği. Sonra aldığı parayı bir lağım deliğine atıp danalar gibi ağlamaya başlar, ama mutludur bir yandan da. “Madam Rosa’nın evinde güvence diye bir şey yoktu, yaşlı hastaya karşı kıldan inceydi boynumuz, parasızlık, tepemizdeki yetimhane; bir yaşam değildi bunlar bir köpek için” s:13
Romanın sonlarına doğru, olaylar iyice çığrından çıkar. Giderek artan bedensel rahatsızlıkların üstüne bir de beyin sklerozu olan Madam Rosa, yerinden kıprdayamaz olur. Bunu duyan anneler çocuklarını alıp başka evlere gönderirler. Geriye sadece üç kimsesiz çocuk kalır. Banania tatlı gülüşüyle, Moiz ise gösterdiği üstün çabalar sonucu çocuksuz ailelere evlatlık gitmeyi başarır. Böylece Momo ve Madam Rosa baş başa kalır.
Apartmandaki göçmenlerin ve benzersiz Madam Lola’nın yardımıyla Madam Rosa’ya bakar Momo. Asla hastaneye gitmek ve bir sebze gibi yaşamak istemez yaşlı kadın. Bunun için Momo’dan söz alır. Kapıya ambülansın geleceği gün kadını apartmanın bodrumuna indirmeyi akıl eder Momo, çünkü orası kâbuslu gecelerinin sığınağıdır Madam Rosa’nın. Yüzünü gözünü renkli kalemlerle boyayıp, çok sevdiği kokulardan sürer ölmeye oturan kadına. Ve tam üç hafta ölüyle birlikte bodrumda yaşar Momo, ta ki sürdüğü onca parfüm de fayda etmeyip çürümüş ceset kokusu tüm apartmana yayılana kadar. “Kokunun nereden geldiğini anlamak için kapıyı kırıp beni Madam Rosa’nın yanına uzanmış gördüklerinde, İmdat ve Ne feci şey! diye bağırmaya koyuldular, ama daha önce bağırmayı akıl edememişlerdi, yaşamın kokusu yoktur çünkü.” s:196
Kimi eleştirmenlere göre 20.yüzyılın en iyi eserlerinden olan roman, boğazınıza takılan koca bir yumruk ve “sevmek gerek” sözüyle biter.
Üstadın sözünün üstüne söz söylenmez ama, ölmeden önce okumanız gereken en önemli romandır, derim Onca Yoksulluk Varken.
Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (9 Eylül 2020)