Edebiyat Cadıları serisinin yirmi birincisinde, yerlere göklere sığdıramadığım cadım Djuna Barnes ve onun (ve elbette edebiyatın) başyapıtı, Geceyi Anlat Bana’dan (Nightwood) söz etmenin sevinci içindeyim. Daha ilk cümleyi -ki bir paragraftır- okur okumaz gözlerim yuvalarından fırladı. “İşte budur!” diye haykırdım, iyi edebiyat budur. Ve ardından olabildiğince yavaş, sindire sindire devam ettim. Bazı kitapsevelerin, okuduğu kitapları övmek maksadıyla, söylediği gibi ‘Bir solukta’ okumadım. Bence bir solukta okunanlar ancak polisiye romanlar (Aralarında bir solukta okunmayanlar da vardır.) veya pembe diziler olur. İyi bir edebiyat eseri asla ‘bir solukta’ okunmaz. Hatta bir değil birkaç kez okunur. Ben de öyle yaptım, bir değil üç kez okudum romanı. Çünkü içinde öyle sıra dışı ifadeler, öyle baş döndüren cümleler, öyle şiirsel imgeler vardı ki bir defada anlaşılıp hazmedilmesi mümkün değildi. Evet, söylendiği üzere zor bir romandır, Geceyi Anlat Bana. Kolay okunan metinlerden değildir, olmasın zaten. Hakkında çarçabuk yazılıp yorum yapılacak metinlerden ise hiç değildir.
Bir anda konudan konuya atlamalar, beklenmeyen geri dönüşler, vitessiz manevralarıyla alt üst eder okuyucuyu. Her şeyden önce kahramanları olağanüstüdür. Onların ‘tuhaf’ hayatlarına girdikçe, karmaşık iç dünyalarına tanık oldukça, sonsuz acılarına ortak, dipsiz dertlerine çare aradıkça farkında olmadan romanın tam kalbinde buluruz kendimizi. Her karakter apayrıdır ve ‘görünüşte’ herkese yabancıdır. Salt diğer karakterlerle ve bizlerle olan apayrılıktan ve yabancılıktan bahsetmiyorum, kendi dünyalarında da onlarca farklı yüzleri, parçalara ayrılmış kişilikleri vardır. Hangi birinin ucundan tutup yazabilir ki insan? Yine de deneyeceğim.
1936 yılında yayımlanmıştır roman, olaylar o dönemin çalkantılı Fransa’sında geçer. Türkçeye ilk olarak 1994 yılında Ayrıntı yayınlarından, 2008 yılındaysa Sel yayıncılık tarafından basılmıştır. Her iki yayınevinden de Türkçeye çeviren Aslı Biçen’dir. (İyi ki çevirmiş; emeğine, kalemine sağlık.) Kendimi sıkı bir okuyucuyu olarak nitelememe rağmen edebiyat dünyasının başyapıtlarından birini henüz okudum. Ne büyük bir kayıp!
Kelimenin tam anlamıyla bir edebiyat cadısıdır Djuna Barnes, bir yazı büyücüsü. Geceyi Anlat Bana, aynı zamanda kuir edebiyatın da başyapıtlarındandır. Salt bir roman değildir o, aynı zamanda tınılı bir müzik, imgesel bir şiirdir. Ve tüm şiirler gibi bir kerede okunup geçilemez asla.
Şair T.S. Eliot kitaba şahane bir önsüz yazmış ve şöyle demiştir: “Geceyi Anlat Bana’nın öncelikle şiir okurlarına hitap edeceğini söylemek onun bir roman olmadığı anlamına değil, sadece şiirle terbiye edilmiş duyarlılıkların tam anlamıyla değerlendirilebileceği kadar iyi bir roman olduğu anlamına gelir.” Şair Dylon Thomas ise, “Bir kadının yazdığı en büyük üç düzyazı metninden biri,” demiştir.
Edebiyatın en kuir cadısı olarak gördüğüm ve hakkında her fırsatta yazdığım Jeanne Winterson, kitaba ikinci bir önsöz döşemiştir. “Bazı metinler homeopatik dilüsyonlar gibi iş görür; yani nano-miktarlar, uzun vadede çok büyük değişiklikler yaratır. Geceyi Anlat Bana bir nano-metindir. (Homepati sözcüğüne yabancı olan okurlar için kısa bir açıklama yapayım. Homeopati, bitkilerin veya minerallerin defalarca seyreltilip özsuyunun çıkarılmasıyla elde edilen bir alternatif tıp yöntemidir.)
Geceyi Anlat Bana’dan sonra neredeyse eline kalem almamıştır cadımız. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Bu yapıtın yaratıcı enerjisinin büyük kısmını tükettiğini,” söylemiştir. Böylesine büyük eserler veren yazarların başına gelen -bir bakıma- felakettir bu. Bir başyapıtın üstüne tekrar bir başyapıt yaratmak olası mıdır?
Roman (çoğunlukla), 1930’ların Paris’inde geçer. O dönemin sanatla iç içe geçmiş bohem, avangart, grotesk ortamını ve bu ortamlarda boy gösteren sanatçıların, serserilerin, alkoliklerin ve uyuşturucu bağımlıların hüzünlü hayatlarını anlatır. Fakat en çok yersiz yurtsuzların. Ne kadar çabalarsa çabalasınlar hiçbir yere ait olamayanların. Evet, görünürde roman o yılların Paris’ini anlatır ama alt metinlerde insanın ne’liğine, varoluşuna ve bir şekilde içine düşüp hapsolduğu dünyaya dair cevapsız sorulara bitimsiz yanıtlar arar. Bu sebepten -tüm iyi metinler gibi- zamana ve mekâna sığamaz, çağları aşan güzellikler taşır.
Geceyi Anlat Bana, otobiyografik özellikler taşıyan bir romandır. Belki de bu yüzden ismi Nightwood’dur. Night, tekinsiz ama fırsatlara gebe geceye; wood ise yazarımızın sevgilisi Thelma Wood’a göndermedir. “Gecedeki kötülüğün bir kısmı ölülerin elinden çıkmadır, diğeri uyku ve aşkın elinden. Uyuyan birinin sorumlu olmadığı ne vardır ki?” S: 102
Romanın en absürt karakteri, sanki hisleri yokmuşçasına yaşayan, insandan çok hayvan dürtülerine sahip olan Robin Vote yani Thelma Wood‘dur. Robin, bir yerleşik yabancıdır. Evlere, sevgililere sığamaz, her fırsatta sokaklara, barlara, geceye atar kendini. Geceler boyu içer, küfreder, ona buna saldırıp kavga eder.
Yazarımız Djuna Barnes ise aşktan ve özlemden başı dönmüş, çektiği onulmaz acıya merhem arayan ama bir türlü şifa bulamayan Nora Flood karakteridir. Djuna Barnes, sevgilisi Thelma Wood’dan ayrıldıktan sonra yazmaya başlamıştır romanı. Zaten şiirler veya şiirsel metinler ya çılgınca âşıkken ya da ayrılık acısıyla kavrulurken yazılmaz mı?
Romanda Nora’yı, bir bakıma kendini şöyle tarif eder cadımız: “Nora’nın yüzü, insanları seven bütün insanlarınki gibiydi – eleştirmeden sevmenin ihanete uğramak olduğunu anlayınca şeytanlaşacak bir yüz “ S:70 Nora’nın delicesine âşık olduğu, gece gündüz aradığı ama bir yandan da bulmaktan korktuğu Robin’i ise şöyle: “Robin’in gövdesi asla sevilmeden kalamaz, çürümez, bir kenara atılamazdı. Robin artık zamansal değişimlerin ötesindeydi, ona can veren kan dışında.” S:74
Romanda, Nora dışında, Robin’e âşık bir kadın daha vardır: Jenny. Hep ikinci elden hayatlar yaşayan ve bu sebeple hep başkalarının yaşamlarına öykünen yırtıcı Jenny. “Nasıl konuşma asaletini, dilin köklü arşivlerinden aşırmış ya da kendine mal etmişse, bildiği en tutkulu aşkı da kendisine mal etmişti, Nora’nın Robin’e olan aşkını.’Doğası itibarıyla bir işgalciydi’.” S:86 Bu onulmaz aşk üçgeni dışında kalan budala koca Felix de karısı Robin’e âşıktır. Talihsiz bir tanışmanın ardından beklenmedik şekilde evlenip çocuk yapan ve beklenildiği şekilde ayrılan -tabii bunu isteyen Robin’dir- uyumsuz ikilinin ilk karşılaşma anı şu cümleye sığar: “Bazen hayvandan insana dönüşmekte olan bir kadına rastlanır.” S:58 Felix’in ağzından ise şöyle söze dökülür: “Yaşamın bütün ağırlığının yığıldığı bir çökeltiydi aşkı.” S:62
Tıpkı babası gibi Felix de ömrü boyunca Yahudi olmanın ve sıradan bir ailede doğmanın getirdiği aşağılık kompleksiyle yaşar. Ve tıpkı babası Guido gibi olmayan asil bir aile geçmişi yaratır kendine. “Bunların içinde en acıklı ve faydasız olanıysa Baronluk iddiasıydı. Hristiyanlığı kabul etmiş, neredeyse tükenmek üzere olan köklü bir Avusturya soyundan geldiğini söylemiş, bunu desteklemek için de gülünç ve yetersiz kanıtlar ileri sürmüştü.” S:27
Şimdi gelelim romanın en aykırı en çarpıcı en bilge en uçuk kaçık karakteri, Doktor Matthew’ya. Kendinden, “Dr. Matthew-Yüce-toz-zerresi-Dante-O’Connor” diye bahseder kahramanımız. Romanın çoğu bölümü onun parlak ve sivri dilinden aktarılır. Ama ne aktarım! Tirad tarzında gösterişli ama uzun, karşısındaki bıktıracak kadar uzun konuşur doktor. Konuşurken muradı ona yöneltilen soruları yanıtlamak değildir, bizzat kendisinin bitmek tükenmez sorularına yanıt aramaktır.
‘Nöbetçi, Geceyi Anlat Bana’ bölümü bence romanın en göz alıcı en ışıltılı kısmıdır. Robin’in Nora’yı terk edip Jenny’le Amerika’ya gitmesinden sonra acıdan ve özlemden perişan halde bir gece doktorun evine gider Nora. Doktoru yatağına uzanmış, makyajlı, peruklu, gecelikli görünce kafasında bir şimşek çakar ve şöyle der: “Tanrım, çocuklar anlatamadıkları bir şeyler biliyorlar, Kırmızı Başlıklı Kız’ı ve yataktakı kurdu seviyorlar!” S:96 Doktor, her zamanki gibi kendini yanıtlar: “Hayat, ölümü bilme izidir. Biz, dünya gaddar zevklerinin farkına varsın diye yaratıldık; aşk da beden yeryüzünü inletecek kadar sevilsin diye yaratıldı.” S:100 Bu müthiş çarpıcı bölüm, doktorun bir çığlık atıp düşündüğü sahneyle biter: “Nora bu kızı bir gün terk edecek; ama bu ikisi dünyanın iki ucuna da gömülseler ikisini de aynı köpek bulup çıkarır.” S:119
Romanın sonu ise bugüne dek okuduğum en vurucu sonlardan. Bir türlü kalıbına sığamayan, kendisine verili rolleri oynayamayan, kimliksiz hatta cinsiyetsiz Robin’in giderek insan olmaktan sıyrılıp bir köpeğe dönüşmesini anlatır son bölüm.
“Köpeğin ardından emekleyerek giden Robin de havlamaya başladı -müstehcen ve iç paralayıcı bir gülme krizine kapılmış havlıyordu.” S:174
Edebiyatın en şiirsel cadısı Djuna Barnes’a bin selam olsun!
edebiyathaber.net (17 Kasım 2023)