Edebiyatın en yetkin cadısı- Virginia Woolf / Mrs. Dalloway | Necla Akdeniz

Eylül 16, 2024

Edebiyatın en yetkin cadısı- Virginia Woolf / Mrs. Dalloway | Necla Akdeniz

Edebiyat Cadıları serisine başlarken ilk yazmak istediğim -elbette- Virginia Woolf’du. Çünkü eserleri ve düşünceleriyle edebiyat tarihine damgasını vurmuş bir yazardan bahsediyoruz. Biliyorum kelimeler yetmez onu anlatmak için ama affınıza sığınarak, deneceğim. Virginia Woolf’un hayatı ve eserleri hakkında yazılmadık makale, yapılmadık analiz kalmamıştır herhalde. Bunca söz üzerine söylenecek ne kalmıştır acaba? diye seri boyunca düşündüm ve hakkında yazmayı erteledim hep. Sonra bir sabah, çok sevdiğim şair Paul Celan’ın şu sözleriyle uyandım: “Vaktidir artık vakti gelmenin.” O şevkle yataktan fırlayıp çalışma masama oturdum ve Mrs. Dalloway’i yeniden okumaya başladım.

Modern edebiyatın öncüsü ve başyapıtı olan bu eseri, yıllar içinde birkaç kez okuyup her seferinde farklı tatlar almama rağmen son okumalar bana, Virginia Woolf’un büyük bir yazar olmasının yanı sıra Paul Celan’ın da büyük bir şair olduğunu hatırlattı.  

Roman, 1925 yılında, Virginia Woolf’un kocası Leonard Woolf’un sahibi olduğu Hogart Basın tarafından yayımlanır ve edebiyat çevrelerinde epey yankı uyandırır. Türkiye’de ilk kez 1977’de Ankara Yayınevi tarafından basılır. Ardından 1982’de Birikim Yayınları, 1989’da İletişim Yayınları (canım Tomris Uyar önsözü ve çevirisiyle), sonrasında ardı ardına farklı çevirmenler ve farklı yayınevleriyle basılmaya devam eder. Ben bu eşsiz romanı, iki tecrübeli, başarılı çevirmenin, İlknur Özdemir (Kırmızı Kedi) ve Osman Akınhay (Agora Kitaplığı) çevirilerinden okudum. Karışıklık olmasın diye burada Osman Akınhay çevirisini baz alacağım.

Peki ne anlatır Mrs. Dalloway? Sıradan bir okumayla başlayalım. Çünkü -ilk bakışta- gayet sıradan bir konusu vardır romanın. 1923 yılında Londra’da, sıcak bir Haziran günüdür. 1. Dünya savaşı sona ermiştir, ancak sebep olduğu felaketler tüm şiddetiyle hüküm sürmektedir. Bir yandan da bilimsel ve teknolojik gelişmeler, kapitalist sanayileşme, köylerden şehirlere göçler son hızıyla devam etmektedir. Tabii böylesine kaotik bir ortam, İngiltere’de yaşayan üst sınıfa pek sirayet etmez. İşte bu ayrıcalıklı sınıfa ait olan Mrs. Dalloway, o akşam evinde -her zamanki gibi- şaşaalı bir parti verecektir. Çalışanlar davet için süratle hazırlık yaptığından, çiçekleri kendisi almaya karar verir. Ve böylece roman, edebiyat tarihinin en etkileyici cümlelerinden biriyle başlar: “Mrs. Dalloway çiçekleri ben satın alırım dedi.” S:1

Mrs. Dalloway evinden çıkar ve Londra’nın kalabalık caddelerinde, gürültülü sokaklarında dolaşır, yemyeşil parklarında dinlenir. Bu esnada sürekli etrafı gözler, konuşulanları dinler, vitrinleri seyreder, lastiği patlayan bir arabadan çıkan gümbürtüye kızar ve kendince yorumlar yapar. Tanıdıklarıyla ayaküstü sohbet eder, tanımadıklarını teğet geçer. Nihayet çiçekleri alıp eve döndüğünde parti için yapılan hazırlığı yeterli bulmaz. Çalışanlarına kâh çatar kâh gönlünü alır. “Tanrı’ya bir saniye bile inanmamıştı; fakat yine de, diye düşündü not defterini tutarken, günlük hayatta hizmetkârlara, evet, kö­peklere ve kanaryalara, hepsi bir yana tüm bunların, yani neşe saçan seslerin, yeşil ışıkların, hatta ıslık çalan aşçının (İrlandalıydı çünkü Mrs. Walker ve gün boyu ıslık çalma­dan duramazdı) temeli olan kocası Richard’a olan borçlar ödenmeliydi ve bunları, biriktirdiği harika ânların gizli ka­sasından karşılamalıydı.” S:35              

Sonra odasına çıkar ve partide giymeye karar verdiği yeşil elbisenin söküğünü dikmeye girişirken (çünkü hizmetçileri çok yoğundur), bir vakitler âşık olduğu ama evlenmekten vazgeçtiği, Peter Wals odaya giriverir. “Ee, nasılsın?” diye sordu Peter Walsh, heyecandan titreyerek; Clarissa’nın iki elini birden tutup ikisini de öpmeye koyuldu. Otururken, yaşlanmış, diye düşündü. Peter, bu konuda ona bir şey demeyeceğim, çünkü yaşlanmış, diye ge­çirdi aklından.”  “Her şeyiyle aynı, diye düşündü Clarissa; aynı garip ba­kışlar; aynı ekose ceket; yüzü biraz yıpranmış, biraz zayıfla­mış, belki daha kuru, ama müthiş iyi görünüyor; tıpkı eskisi gibi.” S: 49

İki eski âşık bir yandan sohbet ederler, diğer yandan geçmişe dalıp giderler. Clarissa, Sally’i hatırlar yine. Ona duyduğu hayranlık ve arzu, hayatı boyunca hiçbir erkeğe duyamayacağı denli güçlüdür. Sally’le baş kaldırmayı öğrenir, okumaya başlar ve ilk kez özgürlük, eşitlik gibi kavramlar üzerine düşünür. “Derken, üstünde çiçeklerin boy attığı bir ayaklı taş saksının yanından geçerlerken bütün ömrünün en harika ânını yaşamıştı. Sally durmuş, bir çiçek koparmış ve Clarissa’yı dudaklarından öpmüştü. Dünya tümden baş aşağı dönmüştü sanki!” S:43

Fakat bir süre sonra odaya Mrs. Dalloway’in delişmen kızı Elizabeth girer. Kısa bir tanışma faslından sonra Peter, geldiği gibi hızla, evi terk eder. Peşi sıra Elizabeth’le tarih hocası Miss Kilman -birlikte- evden çıkarlar. (Mrs. Dolloway nefret eder Miss Kilman’dan, kızının ondan uzaklaşma nedenini kadına bağlar.) “Oysa Miss Kilman Mrs. Dalloway’den nefret ediyor de­ğildi. İri yeşil gözlerini Clarissa’ya çevirip onun küçük pembe suratını, narin vücudunu, üstünden zindelik ve moda yayılan havasını incelediğinde, “Budala! Ahmak!” diye dü­şündü, “Ne keder ne haz bilirsin sen, haybeye geçirdin ha­yatını!” Sonra içinde Mrs. Dalloway’e haddini bildirmek için, maskesini indirmek için kontrol edemediği bir arzu doğdu. Onu yere yıkabilseydi ferahlayacaktı.” S: 156

Mrs. Dalloway -Peter Wals yüzünden- geçmişe dalmışken kocası Richard Dolloway, elinde silah gibi tuttuğu çiçeklerle karısına ‘seni seviyorum’ demek üzere eve gelir. Ancak onu sevdiğini bir türlü söyleyemez Richard, elini tutar sadece ve mutluluk bu diye düşünür.

Ve nihayet akşam olur, dört gözle beklenen parti başlar. Londra sosyetesinin süslü kadınları, centilmen erkekleri, Richard’ın parlamentodan arkadaşları, Clarissa’nın eski aşkları Peter ve Sally -hatta kısa süreliğine başbakan- ardı ardına eve gelirler ve bütün salonları doldururlar. Clarissa şaşkındır, yıllar sonra Peter’in ardından Sally’i görmüştür, hem de böylesi önemli bir gecede! Fakat güzeller güzeli, fütursuz Sally değişmiştir, gözleri eskisi gibi parlamıyordur. Manchester’da dokuma fabrikaları bulunan kel bir adamla evlenmiş ve beş erkek çocuk sahibi olmuştur! Sally Seton ve Peter Walsh, Clarissa’nın bir vakitler olmayı deneyip de olamadığı yanlarıdır romanda. Neticede o ‘toplumsal içgüdüsü’ gelişmiş bir kadındır ve ‘hayatının seçimini’ doğru yapmıştır. Sosyalist Peter Walsh’i değil de muhafazakâr Richard Dalloway’i tercih ettiği için -bir kez daha- rahatlar.   

Mrs. Dalloway hakkında bir yazısında şöyle der Virginia Woolf: “Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçiminde.”

Bu sözler, romanın derin okumasına giriş niteliğindedir. Böylesi esaslı ve çetrefilli konuları -bir gün gibi kısa bir sürede- ele almayı başaran yegâne cadıdır Virginia Woolf. Elbette ondan önce James Joyce yapmıştır bunu. Ulysess 1904 yılında Dublin’de geçer ve bir gün boyunca romanın üç kahramanı; Leopold Bloom, Molly Bloom ve Stephen Dedalus’un başından geçenleri hikâye eder. Bu yönüyle Ulysess’e de göndermedir roman. (İki yazar, modernist edebiyatın öncülerindendir ve Bloomsbury Circle diye anılan avangart topluluğun üyesidir. İngiliz yazarlar, entelektüeller, filozoflar ve sanatçılardan oluşur topluluk. James Joyce ve Virginia Woolf’un yanı sıra E.M. Forster, John Maynard Keynes, Vanessa Bell, Lytton Strachey yer alır.)

Peki böylesine esaslı ve çetrefilli konuları -bir günlük kısa bir süre zarfında-  nasıl aktarabilmiştir cadımız? Öncelikle edebiyat tarihine ‘bilinç akışı’ olarak geçen  yepyeni bir tekniği uygulayarak. Romanda yer alan karakterlerin -İngiliz toplumunu oluşturan sınıfların birer örneğidir hepsi- kafalarının içine girip zihinlerinden geçenleri müthiş bir yazı gücüyle kâğıda dökerek. Öyle büyük olaylar, büyük düşünceler yoktur romanda. Fakat ince detaylar, farklı bakış açıları, baş döndüren cümleler, şiirsel estetik ve biteviye akıp giden zaman vardır. İşte romanı bir edebiyat şaheseri yapan ve Virginia Woolf’u diğer yazarlardan ayıran, tam da budur. Zamanın anbean akışını kullanarak bir karakterin zihninden diğerine, oradan bir başkasına büyük bir ustalıkla geçer cadımız.

“İşte! Vurdu yine. İlk önce bir uyarı, tatlı tatlı; sonra saat başı, kesin. Kurşundan halkalar havaya karışıp eridiler. Ne budalayız, diye düşündü, Victoria Sokağı’nda karşıdan karşıya geçerken. Neden bu kadar sevdiğimizi Tanrı bilir, neden böyle gördüğümüzü; oluşturuyoruz, çevremizde kuruyoruz, yıkıp her an yeniden yaratıyoruz; ama en yaşlı kocakarılar bile, kapı eşiklerine çökmüş en çaresiz, en sefil insanlar bile (içip içip ölenler) aynı şeyi yapıyorlar: Hayatı seviyorlar; tam da bu nedenden Parlamento’nun yasaları baş edemezdi bununla, emindi bundan.” S: 3  Bu iç sesler, artık Clarissa olmaktan çıkıp sadece kocasının adıyla Mrs. Dalloway olarak anılan kahramanımıza aittir.  

Virginia Woolf, romanın taslağına “Saatler” adını vermiştir. Çünkü saatler, metnin hem metaforik alt yapısını oluşturur hem de ritmik akışını sağlar. Big Ben’in çalışı, karakterlere mütemadiyen bir şeyleri hatırlatır. Mrs. Dalloway çiçekleri almak için evden çıkarken, gençlik aşkı Peter Walsh’la yıllar sonra karşılaşırken, kızı Elizabeth onu değil Miss Kilman’ı tercih ederken, kocası Richard Daloway elinde çiçeklerle onu sevdiğini söylemeye gelirken de çalar Big Ben, Septimus intihar ederken de…

Gelelim romanın Mrs. Dalloway’le birlikte başkahramanı olan Septimus’a. Roman boyunca hiç karşılaşmayan bu birbirine tamamen zıt iki karakter, Virginia Woolf’un romanda kurmak istediği karşıtlıkların ete kemiğe bürünmüş halleridir. Yaşam ve ölüm, normallik ve delilik, boyun eğme ve itiraz etme…

O sıradan Haziran gününde vereceği parti için çiçek almaya giden Mrs. Dalloway, Bond sokağında lastiği patlayan arabaya kızarken Septimus’la karısı Rezia da oradadır ve çıkan tantanayı izlerler. 1. Dünya Savaşı’nda geçirdiği şokla depresyona girip akıl sağlığını yitirmiştir Septimus ama coşkuyla şiirler okuyup yazmaya devam eder. Karısı korkar ondan. Çünkü Septimus, duvarların arkasında olmayan sesler duyar, bir eğreltionun ortasında ihtiyar bir kadın başı görür… Gerçi canı istediğinde pekâlâ mutlu oluyor diye düşünür Rezia. Hatta bir keresinde otobüsün üst katında Hampton Court’a giderler ve müthiş eğlenirler. Fakat nehrin yanında dururlarken Septimus aniden, ‘Şimdi kendimizi öldüreceğiz,’ der.

“Bütün dünya yaygara kopartmaktaydı: Öldür kendini, kendini öldür, bizim hatı­rımıza. Fakat Septimus niçin onların hatırına kendini öldü­recekti ki? Yemek yemek güzeldi, güneş insanın içini ısıtıyordu – öyleyse bu kendini öldürme meselesi, hem nasıl yapacaktı, yemek bıçağıyla çirkince, her tarafı kana bulayarak mı – yoksa ağzını havagazı borusuna mı yaslamalıydı?” S: 115

Romanda Septimus bölümleri ayrı güzeldir. Onun çaresizliğini, yaşamla ölüm arasında gidip gelişini ve günden güne çıldırışını öylesine etkileyeci sözlerle aktarır ki cadımız, okumalara doyum olmaz. Septimus’un intihar ediş sahnesi şöyledir: “Septimus pence­renin kenarına oturdu. Gerçi son âna değin bekleyecekti. Ölmeyi istemiyordu. Hayat güzeldi. Güneş sıcaktı. Sadece insanlar – sahi, onlar ne istiyorlardı? Karşıdaki merdivenden aşağı inen yaşlıca bir adam durup ona doğru baktı. Holmes kapıdaydı. ‘Haydi, görelim seni!’ diye bağırdı ve kendini bütün gücüyle, sert bir şekilde Mrs. Filmer’ın kısmındaki parmaklıkların üstüne fırlattı.” S:187

Parti sırasında doktor Holmes’un karısı Septimus’un ölüm haberini verdiğinde Clarissa tanımadığı bu adama önce kızar, sonra onu anlamaya başlar: “Ölüm bir karşı koyuştu. Ölüm bir temas kurma girişimiydi.”  S: 233

Tıpkı roman kahramanı Septimus gibi Virginia Woolf da bitmez bilmez hezeyan nöbetleri sonucu 1941 yılında yaşamına son verir ve edebiyatın en yetkin cadısı olarak cadılar âlemine göç eder.               

Dostoyevski’nin, “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık,” deyişine gönderme yaparak ben de şöyle diyorum: “Tüm edebiyat cadıları Virginia Woolf’un büyülü kelimelerinden fırlamıştır.”

edebiyathaber.net (16 Eylül 2024)

Yorum yapın