Edebiyat, sinemanın başlangıcından bugüne sinema için en yakın sanat disiplini. Son yıllarda bu iki sanat dalının kopmaz bağlarına yeni halkalar eklemlenmeye devam ediyor.
Georges Melies’in 1902’de Jules Verne’nin Voyage dans la Lune romanını sinemaya aktarmasıyla başlayan edebiyat sinema ilişkisinin yüzyılı aşan tarihinde, eserleri en çok sinemaya uyarlanan ismin Shakespeare olduğunu görürüz. Başta Romeo ve Juliet olmak üzere usta tiyatro yazarının birçok eseri beyaz perdeye taşınmış. Tolstoy, Dostoyevski, Gorki, E.Hemingway, Turgenyev, Virginia Woolf, G.Garcia Marquez, J. Steinbeck, Goethe, J. London, Kafka gibi klasik yazarlar ve James Michener, Stephen King, Danielle Steel gibi popüler yazarlar, yönetmenlerin her zaman eserlerine ilgi gösterdiği isimlerden.
Uyarlama kavramı üstüne sinema tarihinin ilk zamanlarından günümüze kadar son derece geniş bir zeminde tartışmalar yürütüldü. Uyarlanmış yeni sanat ürününün uyarlanmış metinle karşılaştırılması, aralarındaki benzerlik ve farklılıklar, form değişikliklerinin getirdiği farklılıklar, sadakat, özgünlük kavramları bu tartışmaların temel tartışma konuları oldu. Birçok yazar ve yönetmen bu tartışmaya müdahil olup yeni ufuklar açtı.
Fransız film eleştirmeni Andre Bazin, “iyi bir uyarlama asıl yapıtın sözünü ve özünü yeniden kurabilendir” der. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin usta yönetmenlerinden Luchino Visconti “yeniden kurma”nın ete kemiğe bürünmüş görsel halini Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini sinemaya aktarıp özgün bir Visconti filmine dönüştürdüğünde göstermişti.
Sadakat kavramı üstüne de en somut iki karşıt örnek, Savaş ve Barış romanının Hollywood ve Sovyet sineması yorumlarında kendini gösterir.
Savaş ve Barış’ın King Vidor yönetimindeki 1956 yapımı Hollywood yorumunda, romanın temel tezlerinden bağımsız olarak kurgulanıp aşk ve macera temaları üzerinden ticari bir uyarlama yapıldığını söylemek mümkündür. Buna karşılık Savaş ve Barış’ı sinemaya uyarlayan Sovyet yönetmen Sergey Bondarçuk’un 1966 yapımı yorumunda dönem dekorlarına özen gösterilmiş, roman neredeyse satır satır estetik kaygılar güdülerek sinemada yeniden yaratılmıştı. Bir sinema filmi için son derece istisnai bir uzunlukta olan uyarlama 7 saatten fazladır.
Yönetmenle yazarın dünyasının örtüşmesi, yönetmenin kendi sinema dilini kurarken yazarın anlatmak istediğinin farkına varması yazar-yönetmen birlikteliğinin güzel örneklerinin sergilenmesini sağlayabiliyor. Yönetmenle yazarın dünyasının uygunluğunun en güzel örneklerinden biri Rus yönetmen Nikita Mikhalkov’un Çehov’un öykü motiflerinden etkilenerek kendi sinemasını oluşturmasında gösterebiliriz. Çehov öykülerini sinemaya aktaran yönetmenin kendi senaryolarından çektiği filmlerde de Çehov havası hâkimdir. Son filmi Güneş Yanığı 2’de inanç kavramını öne çıkarıp muhafazakâr öğeleri filmin merkezine taşıdıysa da eski filmlerinde Çehov etkisi belirgindir.
Birçok yönetmen edebiyat uyarlamalarını kendi sinema dilini oluşturmada önemli bir beslenme kaynağı olarak görüyor. Sözgelimi Japon yönetmen Akira Kurosawa’dan bahsedebiliriz. 1951’de Dostoyevski’nin Budala romanında uyarladığı Hakuçi’yi, çekti. 1985’de Shakspeare’in Kral Lear oyunundan uyarladığı Ran filmini çekerek sinema tarihinin sayılı yönetmenlerinden biri olduğunu bir kez daha gösterdi. Batı klasiklerini Japon tarihi ve kültürüyle harmanlayan yönetmen, epik şaheserler çıkarırken ülkesinde Japon kültürünün dışına çıktığına yönelik çok yoğun eleştiriler de alıyordu. Buna karşılık bir yönetmen olarak en önemli beslenme kaynağını her zaman dünya klasikleri olduğunu belirtiyor:
İyi bir senaryo yazabilmek için büyük yazarların roman ve oyunlarını okumak gerekir. Bunların neden büyük olduklarını düşünmeniz senaryo yazmanızda yararlı olacaktır. Okurken duygularınız yoğunlaştığında durup bunun nedenini düşünmelisiniz. Boş bir bellekle hiçbir şey yapmak olası değildir. Bunun için çok genç yaşlarımdan itibaren okuduğum kitaplarla ilgili notlar aldığım bir defterim var. Her kitap için kendi düşüncelerimi ve hangi bölümlerin neden beni etkilediklerini yazarım. Bu defterlerden yığınla birikmiştir. Yeni bir senaryo yazacağım zaman onları gözden geçiririm.
Polonyalı yönetmen Andrei Wajda ise edebiyat metinlerinin direk alınıp kullanılmasının sinemografik olmadığı görüşündedir:
“Edebiyat eserlerine dayanan bir film çekildiğinde çoğu kez romanın diyalogları benimseniyor ama bunlar daha çok okunmak için yazılmış metinler beyazperdede kulağa hoş gelmiyor.”
2011’de çektiği Faust uyarlamasıyla Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü alan Rus yönetmen Sokurov:
Birincil kaynağım edebiyat ve edebiyat eserleri oldu. Esasında benim büyüdüğüm dönemde ve gençliğimin ilk yıllarında Rusya tiyatrosunda tiyatro altın dönemini yaşıyordu. Dostoyevski, Çehov, Tolstoy gibi edebiyatçıların eserleri radyo tiyatrosu şeklinde yayınlanıyordu ve ben bunları hayranlıkla dinliyordum. İlginç bir itiraf olacak ama ben sinemayla gerçek anlamda oldukça geç tanıştım. Önceden benim gönlümde yatan tiyatro ve ağırlıklı olarak edebi eserlerdi. Sinema çok uzun zaman sonra benim için edebiyata rakip olmaya başladı.
Diyerek edebiyatın kendisi üzerindeki hayati etkisini belirtmekten çekinmiyor. Edebiyat; sinemayı etkileyen, dönüştüren güçlü ve köklü bir sanat dalı olsa da sinemanın kendi kuralları ve kendine ait farklı bir dili var. Sokurov bu ayrımı ve sinemanın buyurgan tavrını da bir yönetmen olarak oldukça zekice eleştirmeyi de ihmal etmiyor:
İlk kez sinemaya gittiğimde büyük baskı altında ve eziyet çekercesine kendimi farklı bir ortamda hissettim. Çünkü burada yönetmenin totaliter tutumuyla karşı karşıya kalmıştım. Kendi fikirlerini bana empoze etmek için bilincime, duygularıma ve aklıma baskı yapıyor diye düşünmüştüm. Edebi eser okuduğunuzda bunu hayalinizde canlandırıyorsunuz, orada özgürsünüz. Bir radyo tiyatrosu dinlediğinizde yine sizin hayalinizde canlandıracağınız çok şey oluyor. O eseri yazan sanatçının yazdıklarına kendiniz de bir ölçüde bir şeyler katabiliyorsunuz. Hâlbuki film izlediğimde sinemanın bana bir paket olarak sunulan bir ürün olduğunu “Bunu böyle alın” diye bir zorlama yapıldığını hissettim. İste bu nedenle ben sinemayı dünyadaki büyük tehlikelerden biri olarak değerlendiriyorum. Çünkü sinema görsel bir ürün olarak sunuluyor ve izleyicinin iradesi gündeme geliyor. Mesela bir yönetmen eserinde Nazi’leri savunabilir ve bunu ikna edici bir yöntemle izleyiciye empoze edebilir. Bolşevik bir fikir öne sürebilir veya son derece saçma bir fikri doğruymuş gibi izleyicisine ulaştırabilir. İşte bunları söylememdeki asıl gaye izleyicinin iç dünyasındaki özgürlüğü izleyiciye bırakabilmek. Bir sinema yönetmeni izleyicinin bu iradesini felç edebilir ve onu hiç istemediği bir yöne sürükleyebilir.
Sokurov’un; edebiyatın zenginliğinin, hayal gücünü besleyen derinlikli yapısının sinema karelerine sığmayacağı iddiasını biraz daha ileri taşıyarak edebiyatın sinema diline uymayacağını, sinema dilini besleyemeyeceğini düşünen usta yönetmenler de var. Yunan yönetmen Angelopoulos, çektiği şiirsel filmlerden sonra çok karşılaştığı edebiyat sinema ilişkisi üstüne sorulan bir soruya cevap verirken iki sanat dalının birlikteliğindeki açmazlardan bahseder:
Bir kitabı hele sevdiğiniz bir kitabı özgün tat ve niteliğini kaybetmeden uyarlamanız imkânsızdır. Büyük romanların başarılı bir uyarlamasına henüz rastlamış değilim. Filme dönüşecek en iyi romanlar bence gerilim romanlarıdır. Ya da ikinci sınıf edebiyattır. Örneğin Orson Welles sıradan bir polisiye hikâyeyi almış ve onu Touch of Evil’le bir başyapıta çevirmiştir. Bu tür örnekler çoktur, mesela Godard’ın filmleri. Ben şu anda polisiye bir hikâye yapmak istemiyorum gerçi, ama Malraux’un İnsanlık Durumu ilgimi çekmiyor değil Yine de beyaz perdeye aktarıldığında eserden bir şeyler kaybolacağına eminim.
Ayrıca edebiyatın kendisi de yönetmenler için temel beslenme kaynaklarından biridir. Birçok yönetmen film çekerken doğrudan bir uyarlama yapmasa da edebiyat eserlerinizden faydalandıklarını belirtmişlerdir. Hong Konglu yönetmen Wong Kar Wai bu konuda şu ifadeleri kullanır:
Edebiyat beslenmek için çok önemli bir kaynaktır. Bu konuda babam bana çok yardımcı oldu. Sürekli olarak benim klasik Çin edebiyatını öğrenmemi istedi. 13 yasındayken bu ağır kitapları okumaya başlamıştım. Ayrıca Balzac, Gorki ve Tolstoy’un eserleri de çok sevdiğim kitaplar arasındaydı. Daha sonraları Japon edebiyatına yöneldim çünkü Çince tercümelerini bulmak oldukça kolaydı. Daha sonralarıysa Güney Amerika edebiyatına ilgi duymaya başladım. Bu eserler daha sonra filmlerimi oluştururken bana kaynaklık ettiler. Beni yalnız bırakmadılar.
Edebiyat-sinema ilişkisinin köklü bir tarihi var. Sürekli tartışılan, irdelenen bu ilişkinin uzun süre etken-edilgenlik düzeyinde devam ettiğini söyleyebiliriz. Edebiyat; yıllanmış, yüzyılları aşan birikimiyle bu son sanat dalı olan görsel dünyayı şekillendiren, dönüştüren, besleyen etken bir güçtü.
Artık sinema da edebiyat eserlerine yön veriyor. Bu çağın edebiyatı daha görsel daha kısa metinlerden oluşuyor. Gülten Akın’ından alıntılarsak: Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.
Yönetmen alıntıları:
Rıza Oylum, Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Başka Yerler Yayınları.
Rıza Oylum – edebiyathaber.net