Herhangi bir sanat eserinde bakış açısının çok büyük önemi vardır. Bir edebi eserin anlatıldığı bakış açısı o sanat eserinin özünü ve yönünü belirler. Yazarın bakış açısını kullanmak üzere seçtiği kişi romanındaki en önemli kişidir. Romantik döneme kadar İngiliz edebiyatında çocukluk ihmal edilmiş bir konuydu. Elizabeth dönemi şarkı sözlerinde çocuk teması yer alsa da 18. Yüzyıl İngiliz ne tiyatrosunda ne de romanında çocuk teması üzerine konuşuluyordu. Açıkça çocuk görmezden geliniyor sözü edilse bile genellikle romanın kapsamından çok dışarıda kalıyor, çocuk doğası çocuk olarak yer alıyordu.
Akılcı akımlarla beraber eğitimin öne çıkmaya başlamasıyla çocukların ebeveynler gibi bir dünyaları olduğu anlaşılmaya başlansa da, çocuklar genç büyüklerdi. Hatta ebeveynler o kadar ileri giderlerdi ki, onları kendileri gibi giydirirler, onların çocuksu halleri erişkinlerin dünyasındaki ahlaki mükemmelliğe ancak büyüklerin dünyasına ayak uydurmaları ile gerçekleşebilirdi. Zaten çocuk dediğin John Locke’nın önerdiği “tabula rasa” dan başka neydi ki? Çocuğun zihninde doğuştan gelen bir fikir yoktu, çocuk boş levha ile dünyaya gelmişti, zamanla deneysel alışkanlıklarından oluşan tecrübelerden kendine ait bir levha oluşturacaktı. Tabii ki, çocuğun oluşturacağı bu boş levhada eğitimin, ahlakın, ebeveynlerinin, öğretmenlerinin, büyüklerinin etkisi tartışılmazdı. Bu düşünceler 18 yüzyılın bir yarısına denk gelir.
18. yüzyıl ortalarında bu mükemmeliyetçi tutum sorgulanmaya başlar, duygulanımların düşüncenin üstündeki önemi vurgulanmaya başlar. Bu dönem İngiliz yazarlarından Blake, Wodsworth ve Coleridge, Fransız edebiyatında Rousseau’nun eserleri etkileyici olur. Özellikle Rousseau çocukların kendileri için önemli olduklarını ve büyüklerin bir minyatür kopyaları olarak görülmemelerini 1762’de yazdığı “Emile” in önsözünde dile getirir. Çocukluklarını yaşarken çocukların kendi bakış açılarıyla dünyayı tanımaya çalıştığını, onların kendilerine göre öz düşünce, duygularının olduğunu ve onları büyüklerin minyatürleri olarak görmenin bir saçmalıktan başka bir şey olmadığını vurgular. Ona göre çocukluk geçici bir dönemdir ve büyüklerin bu kısa dönemi çocukların ellerinden alma hakkı yoktur. Bu masum varlıkları, büyüklerin kalıplarına sokma hakkımız yoktur. Bırakın bu geçici ve kısa süreli çocukluklarını yaşasınlar.
1830’lardan sonraki İngiliz edebiyatında Charles Dickens’in “Oliver Twist”i (1838) ilk çocuk bakış açısıyla yazılmış romandır. Bu romanda Victoria dönemi İngiltere’si proleterleşmesini, emekçi sınıfın yaşadığı kent kıyılarında yığılmasını, eşitsizliklerin derinleştiği, yoksulluğun arttığı Londra sokaklarında gezdirirken güçlü olmayan çocukların, yaşlı ve kadınların fazlasıyla hırpalandığı bu toplumu çocuk bakışıyla gözlemler. 1850’de yazılan “David Copperfield”de yazar kendi çocukluğunu anlatmıştır. Çocukluk dönemiyle başlayan roman gençlik ve yaşlılık dönemiyle devam eder. O günkü Victoria döneme dair akıcı bu romanda yine mutsuz yaşanan çocukluk okuru yüreğini sızlatır.
“Oliver Twist”i Charles Kingsley’nin “Alton Locke” (1850) izler. Kingsley, yaşanan Endüstri Devrimini gecekondu ve fabrika yaşamına odaklanarak çocuk bakış açısıyla anlatır.
Victoria dönemi İngiltere toplumu erkek egemendir, cinsiyetler arasında kadın ve erkek ayrımcılığı üzerine kuruludur. Erkekler, aktif ve becerikli, kadınlar ise pasif ve ailelerine karşı özverilidirler. Kamu alanı erkeklerin sesinin duyulduğu bir mekânken, kadın eve hapsedilmiştir. Charlotte Bronte’nin “Jane Eyre” (1847) ve George Eliot’un cinsiyet ayrımını sorguladığı “Kıyıdaki Değirmen” (The Mill on the Floss,1860) birçok tartışmayı da beraberinde getirir. Kadınlar ezilen sınıf olarak gösterilirken çocuklar genelde ebeveynlerinden çok daha mutlu olarak tasvir edilirler. “ Emile’”n yazılışından l00 yıl geçmiş olmasına rağmen Eliot çocukluk dönemini altın kapıların ardındaki, huzurlu bir yaşam dönemi olarak ifade eder.
Sosyal reformlarla gelen iyileştirici yaşam kalitesi, eğitimin yaygınlaşması ile çocuklar okur kitlesi olarak kabul görmeye başlamasıyla yeni bir çocuk edebiyatı ortaya çıkar: Lewis Carroll’in “Alis Harikalar Diyarında” (l865), Robert Louis Stevenson’un “Define Adası” (1883) J.M. Barries’nin “Peter Pan’i” (1904) edebiyatta odağında çocuk karakterlerin olduğu romanlardır. Var olmayan ülke ismindeki bir adada Peter Pan ve arkadaşlarının maceralarını konu alır. Yardımlaşma ve dayanışmanın olduğu bir dünyada her türlü zorluğun üstesinden gelinebilir. Bu ana fikri çocuklara aşılaması yönünden oldukça değerli bir eserdir. Peter Pan büyümek istemeyen çocuk olarak dönemin çocuğa bakış açısını yansıtır. Lewis Carroll da 21 yaşının olgunluğunda tekrar çocukluğa dönmeyi, çocukluğu o ışıltılı büyüleyici dünyasına bir gün bile olsa dönmek istediğini belirtecek bozulmamış bir masumiyet dönemine olan özlemini dile getirecektir.
Hiç kuşkusuz Freud 20. yüzyıl yazarlarına çocuk üzerine düşüncelerinde yeni bir bakış açısı getirmiştir. Bunun yanı sıra Victoria dönemi kısıtlamaların kalktığı bu dönemde çocuğun iç dünyasına daha gerçekçi bir anlayışla bakılacaktır. Freud’un ortaya koyduğu fikirler bugün çocuk gelişimi ve psikolojik hastalıklar hakkındaki anlayışımızı büyük ölçüde değiştirmiş, bununla kalmayıp edebiyat sosyoloji gibi diğer alanlarda da etkili olmuştur. Freud’un ortaya attığı psikanalizin modasının geçtiğinin, geçerliliğinin kalmadığını iddia edenlerin bile ondan etkilenmediklerini söylemek oldukça güçtür.
Romanda her şeyi bilen, her şeyi doğru yapan, hatasız karakterler artık geçmişte kaldı. Bu anlatım romana didaktik olma özelliğinin yanı sıra yapay karakterlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Oysa insan kusurlu bir varlık, hatalar yapan ve deneyimleriyle olgunlaşan bir varlık. Bu nedenle son yazılan romanlarda aşırı idealize edilmiş karakterlerin kurgulanmasının yerine daha insani özellikleri olan karakterlerin anlatımı tercih edildi. Artık yaratılan karakterler varoluşsal çelişkileri ile iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış arasında gidip gelen çelişkileriyle kendi kimliklerini oluşturan tipler olarak karşımıza geliyorlar. Bu tutum çocuk karakterinin oluşmasına da yansıdı. Çünkü çocuk kimliği de yetişkinler gibi gelişme devresinde bir takım çelişkileri yaşar, hatta hatalar yaparak, bunun sonucunda kişilik gelişmesini yön verir. Bir karakterin idealize edilmesi olayın gerçekliğinin yitirilmesine yol açmakta, okur da kendini bu figürden uzak tutmaktadır. Aynı zamanda böyle idealize edilmiş karakterlerle anlatılan bir öykü de eserin yaşamla arasında çelişkili, kusurlu bir durum oluşmasına okurun karakterden uzaklaşmasına neden olur.
Bir konuyu çocuk anlatıcı tarafından anlatılmasının avantajları olduğu gibi zorlukları da vardır. Çocuk anlatıcılar bizi çocuğun toplumda yetişkininkinden farklı düşünce kalıplarını sergilerler, onların bakış açısından yetişkinler dünyasının aksayan taraflarını daha belirgin bir şekilde görürüz. Çocuklar büyükleri farklı konumlanmaya, bu da farklı bir dil kullanımına yol açar. Elbette bu metnin bir yetişkin tarafından yazılmış olduğunu düşünürsek, metnin başarısının yazarın ne ölçüde yansıtabildiğine bağlıdır. Bir “yetişkin” yazar, bir çocuğun dünyaya bakışını, onu anlayışını ve ona kelimeler yoluyla anlamlandırışını hangi incelikle, duyarlılıkla anlatabilir? Romanda kullanılan “çocuk dili” çocuğun çağrışımlarla ve hayal gücü ile yarattığı kendi dilidir, bu bakımdan özeldir. Bu dil çocukluk inşasını temsil eden bir kavrayışı sunar. Oysa biz yetişkinler düşüncelerimizi açıklamak için yoğun çaba harcarız, bu da yetişkin olduğumuzun ispatıdır. Biz yetişkinler kendi içimizde geçmişte barındırdığımız çocuğu barındırsak da bir çocuğa bakarken onu “öteki” olarak görürüz.
James Joyce’un Dublinliler’indeki (1914) “Bir Karşılaşma”yı çocukların okuldan, yaşadıkları mekândan, koşullardan kaçış öyküsü olarak okuruz. İki sene sonra yazdığı “Sanatçının Genç Bir Adam olarak Portresi”nde (1916) James Joyce çocukluk yıllarına geri döner, genç bir sanatçının Cizvitlerin katı disiplininden kurtulup kendini keşfetme yolculuğudur. Romanda James Joyce kendini özgür düşünce ve bağımsızlık ülkesi İrlanda’nın kurtuluşu ile özdeşleştirir. Kendisi çocukluktan çıkıp, gelişip büyüdükçe kitabın da dili onunla bir gelişip güzelleşir. Stephen Dedalus, Joyce’un kendisidir. Çocukluğuna acıma ile bakar, tüm ergenlik sorunlarını yaşayan, cinsel dürtüleri uyanışını deneyimlerken anlatıcı çocukluk günlerine nostalji ile uzaktan bakmaktadır.
D.H. Lawrence’ın “Oğullar ve Sevgililer” (1913) Oedipal kompleksi üzerine kurulmuş bir romandır. Roman Morel ailesi etrafında gelişir, madenci baba içkiye düşkün ve sorumsuzdur, anne hem annelik hem babalık yapmaya başlar. Büyük oğluna beklenmedik bir anda kaybeden anne tüm ilgisini oğlu Paul’a yönetince, annesinin dayanılmaz sahiplenme duygusu arasında Paul’un yaşamı altüst olur.
“Oliver Twist”ten bir yüzyıl sonra yazılan James Hanley’nin “Boy” (1934) “Oliver Twist”le benzer bir temadan yola çıkar: işçi sınıfa ait bir erkek çocuğun yaşamı cehennem azabı olarak verilir, 13 yaşındaki anlatıcı “Allah’tan tek dileğim keşke hiç erkek olmasaydım. Keşke doğrudan doğruya erkek olarak dünyaya gelseydim” diyen serzenişidir.
L.P. Hartley’nin “The Go-Between – İki arada”, (1953) hayatının son günlerine gelen Leo’nun 1900’lü yıllardan kalma eski bir günlük bulmasıyla açılır. 13 yaşında yazdığı günlük gizli kalmış pek çok şeyin ortaya çıkmasına, eski anıların hatırlanmasına sebep olur. Anlatıcının zaman içerisinde büyümesi anlatı mesafesinde zaman ve bakış açısına dayalı bir değişime yol açar. Leo bir yetişkindir ve öyküyü geri dönerek, çocuk Leo’nun gözünden anlatır.
J.D. Salinger’in “Çavdar Tarlasında Çocuklar – The Cather in the Rye” (1951), ergenlik döneminde olan on yedi yaşındaki bir gencin bocalama evresi ve hayata adaptasyon süreci anlatılır. Holden, okuldan atılmış bir gençtir. Noel öncesi New York’da geçen birkaç avare gününü, yaşadığı çelişkileri, insanlara ve hayatı kavrama çabası, insanlarda gördüğü yapaylıktan tiksinmesini anlatıcı ağzından verir. Holden’in iç dünyası ile dış dünyadaki yaşadığı çelişkiler üzerinden roman kurgulanmış. Holden’in özünde şeffaflık, kendi olma ve masumiyet vardır ama yaşamda mücadelede tam tersi bir davranış kalıbına tanık olur, iki kutup arasında kendine yol çizmeye çalışan bir ergenin kıvranışına, kendi yaşamıyla toplum yaşamı arasındaki çelişkiye dikkat çekilir.
Yüzlerce yıl boyunca din kitapları, insanın doğumuyla günahkâr bir varlık olarak göstermiştir. Bu öğretiye göre, insanoğlu Tanrının emirlerine karşı gelmiş, Tanrı’nın yeme dediği bilgelik ağacının meyvesini yiyerek kendini lekelemiştir. Bu görüşe göre insan “lekeli” ve kusurlu bir varlıktır. İnsanın içinde kötülük olduğuna göre iyilik yok mudur? Bu iyilik ve kötülük doğuştan mı gelir, yoksa sonradan mı kazanılır? Peki ya çocuklar? Onlar en temiz, en saf saydığımız çocukların doğasında da kötülükten bahsedilebilir mi? 1954 yılında, İngiliz yazar William Golding tarafından yazılan “Sineklerin Tanrısı”, tam da bu soruları sordurur okuyucuya.
Yine Golding’in “Piramid”i (1967 üç bağımsız öyküde orta sınıf bir aileye mensup olan ana karakter Oliver’in toplumsal piramide tırmanışını anlatır. İlk bölüm Oxford’a gitmeden önceki son yaz yaşadıklarına odaklanır, cinselliği keşfettiği yıllardır. Toplumsal sınıflamayı da anlamaya başlayacak, tüm bu deneyimleri kişiliği üzerinde tesir edecektir. Çocuk Oliver’ın şu sözleri çarpıcıdır: “Ben hakikati istiyorum, Evelyn. Ama nereye bakarsam bakayım, bulamıyorum.”
Romanda anlatıcının çocuk veya ergenlik çağında oluşu yazara hiç kuşkusuz sorun yaratır. Öykünün üçüncü teki kişi anlatıcı tarafından anlatılması, anlatı mesafesini daraltan bir durumdur. Ancak bakış açısı çocuk olduğunda iki farklı mesafe doğar: Yazarın yetişkin olmasından doğan mesafe, Okurun yetişkin olmasından doğan mesafe. Bu durumda yazar, yetişkin bilincini ve kelimelerini çocuk bilincine ve kelimelerine dönüştürürken, olayları yorumlamak için geri çekilmiş bir pozisyon alır. Yazar, öyküsünü hangi bakış açısıyla anlatırsa anlatsın, kendini ne kadar gizlerse gizlesin, yazarın vermek istediği mesaj eserine yansıyacaktır. Yazarın kendi düşüncelerini bir çocuk zihninin arkasına gizlenerek anlatması yazarların başvurduğu yöntemlerden biridir.
Joyce, “ Sanatçının Genç Bir Adam olarak Portresi”nde bu sorunu Stephen’e dair belirli bir söz dizimi ve çocuk konuşma dili vererek şöyle çözümler: “Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zamanlardı onlar bir küçük mööinek varmış yoldan aşağı inen ve yoldan aşağı inen bu küçük mööinek tutku bebek adında cici bir küçük çocuğa rastlamış…” Kabul etmek gerekir ki, bu üslup Joyce’un bu sorunu çözmek için bulduğu iyi bir çözümdür. Çocuk kahramanın gözlem yeteneği, tecrübesi ve bilgi seviyesi ile sınırlı oluşu dile yansımıştır. Metnin dili çocuk anlatıcının kültür seviyesi, mizacı, içinde bulunduğu sosyolojik ve psikolojik şartlara göre verilmiştir.
Bu örnekte gördüğümüz gibi çocuk anlatıcı, yetişin okura, dile taze bir bakış açısıyla bakma fırsatı verir. Çocuk büyüklerin alıştığı ama farkında olmadığı şeyleri görür ve sorgular. Elbette, Joyce bir çocuğun zihnini taklit etmeye çalışırken derinlikli ve inanılabilir bir çocuk anlatıcı yaratabilmiş, çocukların düşünce biçimlerini çok iyi gözlemlemiştir. Yetişkin dünyasında doğal görünen şeyler hakkında yeni bir bakış açısı sunmakla kalmayıp dili ve dilin işlevlerini de çocukların nasıl dönüştürdüğünü göstermiş olur.
Birinci tekil kişi anlatımı, eğer bu anlatıcı çocuksa, o çocuğun o günkü gelişimine, duygulanımlarına ve olgunlaşma seviyesine göre okura yansıyacaktır. Çocuğun sesi yeni bir çocuk bakışına yol açar. Metin boyunca çocuğun merakı, naifliği, saflığı dikkat çeker. Çocuğun mizahı ve yetişkin dünyasının eleştirisini, çocuk anlatıcı bunun farkına varmaksızın yapar. Bu anlatının büyüleyici tarafı da çocuğun basit ve bir bakıma daha gelişmemiş olan mantığı biz, yetişkinleri derinden sarsmasıdır. Bu konuda Charlotte’nin “çocuklar hissedebilirler, fakat duygularını inceleme yetisine sahip değillerdir” sözü bu soruna açıklık getirir. Bu soruna en iyi çözüm ergin yazarın geri çekilerek karakterinin çocukluğunu anlatmasıdır. Böylece ergin yazar gelişmiş tüm duyguları, gözlemleri ve yorumları ile hikâyesini anlatacaktır. “Jane Eyre”, “David Copperfied”, “Büyük Umutlar – Great Expectations”, bu bakış açısıyla yazılmışlardır.
Kaynaklar:
Akyıldız, Hülya Bayrak, Çocuk Bakış Açısının Anlatıda Kullanılışı ve İşlevi Üzerine http://bilig.yesevi.edu.tr/yonetim/icerik/makaleler/1182-published.pdf
Karakaş Evren, Çocuk edebiyatında karakter kavramı http://dergipark.gov.tr/musbed/issue/23267/248351
http://okumaninsonunayolculuk.com/html/alt sayfa/inceleme/charles dickens.html-Zeki Kırmızı
http://sobbiad.mu.edu.tr/index.php/asd/article/view/512/489
Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (31 Ocak 2018)