Gabriel Garcia Marquez’in Faulkner’in anlatı dünyasıyla karşılaşması onu şaşırtmıştır, dahası, dönüp kendi coğrafyasına/insanına nasıl bakması, bu yerin gerçekliğini nasıl anlatması gerektiğini ona göstermiştir.
Bir yazar için bu önemli bir karşılaşmadır. Benim edebî bellek/bilinç aşısı dediğim de budur. Bunu da bize öncül olan kurucu yazarlar verir.
Eğer bunun farkında değilseniz, yavan şeyler yazarsınız, yazdıklarınız da sıradandır.
Bu bakış/yöneliş onlar gibi yazmak anlamına gelmez hiçbir zaman. Kendi algınız, bakışınızı oluştururken öncül yazarlara dönmek kaçınılmaz. Çünkü neyi/niçin/nasıl yazmak için yola çıktığınızın temel öğretileri bu yazarların yazdıklarında saklıdır.
Bunu da, bir tür, ustadan el almak olarak tanımlayabiliriz.
Bir yazar çağına bakma bilincinden yoksunsa, bu ülkede ve dünyada olup bitenlerden habersizdir. Yazarın en temel işi günü/gündemi izlemektir. İçinde yaşadığı zamanın neleri içerdiğini görebilmek için bu kaçınılmazdır üstelik. Kendi zamanını göremeyen, o zamanın gerçekliğinin dipdalgalarını hissedemeyen birinin sığınma adacıkları yaratarak insan/toplum gerçeğinden koparak yazdıklarını ne şimdi ne de yarın “edebî yapıt” olarak tanımlamak güçtür.
Elbette ki tarihe, fantazmaya, ütopyaya yaslanarak da gerçeklik duygusu verilebilir. Ama bunu temellendirebileceğiniz bir bakışınız/duyuşunuz, bilinciniz yoksa ancak adlandırıldığı gibi kalır.
Elias Canetti’nin “Körleşme” romanını yazma ivmesine neden olan gerçekliği hatırlayalım. Şöyle anlatıyordu kendisi:
“15 Temmuz 1927 günü sabahı, her zaman olduğu gibi Waehringerstrasse’deki kimya enstitüsünde değil, evimin bulunduğu yerdeydim. Ober-St. Veit’de bir kahvede sabah gazetelerini okuyordum ‘Reichspost’u elime aldığımda duyduğum öfkeyi bugün de yaşayabiliyordum; gazeteye ‘adil bir karar’ diye koskoca bir başlık atılmıştı. Burgenland’da silahlı çatışma olmuş, işçiler öldürülmüştü. Mahkeme, katilleri serbest bırakmıştı. Bu serbest bırakma kararı, iktidardaki partinin organınca ‘adil bir karar’ diye nitelendiriliyor, dahası göklere çıkarılıyordu. Viyana işçi çevresindeki çok büyük bir heyecanın uyanmasına kararın kendisinden çok, her türlü adalet duygusuyla açıkça alay edilişi yol açtı. Viyana’nın tüm mahallelerinden gelen işçiler, kendileri için salt adıyla adaletsizliğin simgesi olan adalet sarayının önünde toplandılar. Tümüyle doğal biçimde, kendiliğinden oluşma bir tepkiydi bu; bunu kendi benliğimde duyuyordum bisikletime atlayıp hemen kente gittim ve işçi kafilelerinden birine katıldım.
Başka zamanlar çok disiplinli hareket eden, sosyal demokrat liderlerine güven duyan ve Viyana Belediyesinin bu liderlerce örnek biçimde yönetilmesinden memnun olan işçiler, o gün liderleri olmaksızın hareket ettiler. Adalet sarayını ateşe verdiklerinde, Belediye Başkanı Seitz bir yangın söndürme aracının üstünde ve sağ kolu havaya kalkmış olarak karşılarına dikildi. Ama bu jesti etkisiz kaldı; adalet sarayı yandı. Polise ateş açma emri verildi, doksan kişi öldü. (…)
O gün kitlenin bir parçası olmuş, tümüyle kitlenin içinde erimiş ve kitlenin yaptığı karşısında en ufak bir direnme isteği bile duymamıştım.” (“İlk Kitap: Körleşme”/ Sözcüklerin Bilinci, Çev.: Ahmet Cemal, Payel Yay.)
Canetti’nin bu yazınsal etkilenmesinin ayrıntılarını okuyunca, onda birikenin/dönüşenin ne olabildiğini gözlüyordunuz. Yakaladığı gerçeklik duygusunun nasıl bir tanıklıktan kaynaklandığını ise roman boyunca derinden hissediyordunuz.
Öyle çok ötelere, Soma faciasına gitmeyelim; daha dün, gazetelere de “katliam gibi kaza” diye yansıyan, sigortasız tarım işçilerini taşıyan kamyonete çarpan tankerin ortaya çıkardığı facia da bir insanlık dramı değil miydi? Ötesi, hangi yönetim zafiyeti, hangi kuralsızlık bunlara neden oluyordu? O kazada ölen 15 mevsimlik işçinin dramı…
Ülkede eğer 5 ayda 190 tarım işçisi böylesi güvensiz koşullar yüzünden ölüyorsa, yaşanan toplumsal sorunların boyutlarını düşünün…
Doğrusu bugünün yazılan romanı, öyküsü bunlardan çok uzak.
İnsan gerçekliğine bakma biçimi/yordamının çok uzağındayız. Sanırım bundaki en temel sorun eğitim, aile yapısı, üretim ilişkileri, sınıfsal yapıların yerli yerine oturmamasıdır. Toplum olarak davranış biçimlerimiz, karakter özelliğimiz irdelendiğinde eminim ki; görme/bakma biçimimizden algı düzeyimize kadar da birçok gerçeklik ayan beyan ortaya çıkacaktır.
İşte bu noktada edebiyatın/sanatın bireyin yetişmesindeki rolü, onu duygusal ve düşünsel eğitimden geçirme misyonu yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar.
Yetiştirdiğiniz insanı edebiyat, sanat eğitiminden uzaklaştırdığınız bir toplumda ancak bu verimi/bakışı alabilirsiniz. Giderek toplumdan, toplumun sorunlarından uzaklaşan; yaşanan gerçeklikleri umursamayan, kendi acıları/sanrılarını tek gerçeklik olarak gören bir dünyanın illüzyonuna kapılanların yazıp durduğu bir ortamda vasatı egemen kılmanın aktörleri hep çoğalıp durur.
Gene bir gazete haberinden başlık size; Miyase İlknur’un “Cumhuriyet”in sayfalarına taşıdığı haber şöyle:
“TOKİ’yi aile şirketi yaptı.”
İlkokul mezunu birinin yükseliş ve zenginleşme öyküsünü okuyunca; ister istemez Aziz Nesin’in “Zübük” romanı geliyor aklımıza.
Ve ötede, hemen haberin yanında başka bir haber: Sözüm ona “sol” kökenli bir siyasetçinin dudak uçuklatan zenginlik hikâyesi…
Nesin’in romanı Türkiye’nin bir dönemine ayna tutuyordu; kirli siyasetin insanı giderek nasıl “zübükleştirdiğini” anlatıyordu bize; ama oradan yansıyan gerçeklik duygusu evrensel nitelikteydi.
Alın size bir başka çevre sorunu haberi:
“Yeşil Yol’a Havva Nine barikatı”.
Karadeniz Bölgesi’ndeki Samistal Yaylası’na yapılacak “Yeşil Yol Projesi”ne karşı çıkan insanların öyküsü… Onların “Biz Halkız,” diyerek karşı duruşu… Başlı başına anlatılmaya, bir esin olmaya dönük gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Demem o ki; edebiyatımızın geçmişteki verimine bakınca iyiden iyiye bir yurt/insan gerçekliği duygusu, vicdan sorgusu dönem yazarlarının en temel çıkış noktasıydı.
Okuyun Orhan Kemal’i, Kemal Bilbaşar’ı, Abbas Sayar’ı, Necati Cumalı’yı, Fakir Baykurt’u şunu göreceksinizdir eminim; insanlık hangi koşullarda nasıl yaşıyor, hangi sorunlarla cebelleşiyor, yaşama sevinci, doğa insan ilişkisi hangi boyutta; olup biten çatışmalar, çelişkiler nerelerden nasıl kaynaklanıyor… İşte bunlara bakışın, dile getirilişin öyküsünü okursunuz her birinin anlatımında.
Galiba yazmak, yazılacak konu yakalamak için ülkemiz bir “cennet”… Ne türde yazmak isterseniz yazın; hangi bakışta olursanız olun yazılacak konu yakalamak için ülkenin bir günlük gündemini taramanız bile yeterli.
Mizahtan toplumsal eleştiriye, bireyin sıkışıp kalmışlığından yabancılaşmasına, şiddetten tırmanan korku sendromuna kadar yazılmayı bekleyen nice şey ötemizde duruyor. Yazmak için yola çıkan biri bakıp/görebilmek için önce kendi yazarını seçmeli, ondan el almalı; tıpkı Marquez’in yaptığı gibi sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (14 Temmuz 2015)