Gelelim editöre.
En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: İyi yayıncılık=iyi editörlüktür.
Şimdi anlatacaklarım ise doğrusu “teferruat”tır!
Evet, yayınevi bir işletmedir. Her işletme gibi kuralları/ilkeleri/işletme yönetim modeli vardır. Bu modelin işleyişini herhangi bir işletme gibi almak mümkün değildir. Bu nedenledir ki yayıncılık kolektif yapılan bir iş olduğu halde, yayınevi bireysel yetilerle, yaratıcı kimliklerle biçim alır. İşte editör bu ara yerde değil, her iki donanımı da içeren bir konumda yayınevinin katalizörüdür aslında.
Öyle ki, kitap editörlüğü gibi yayın editörlüğü kavramı bizde yeni yeni anlam/değer ifade ediyor. Yayınevlerinin bu keşfi sonrasında yazılı/görsel medyada da boy göstermeye başladı.
1970’li yıllarda, Cem Yayınevi’nde Türkân İlen vardı. Yayınevine her uğradığımda onunla görüşmüş yakınlık kurmuştum. Sormadan ne yaptığını az-çok çıkarabilmiş ama adlandıramamıştım. Yayımlanacak kitapların okunma/düzeltme, bir tür yayına hazırlanma işlerinin tümünü yapıyordu anladığımca. Yani hem lektör, hem redaktör hem de editördü Türkân Hanım. Daha sonraları Altın Kitaplar’da bu üç işi Doğan Hızlan’ın üstlendiğini öğrenecektim. Koza Yayınları’nı kuran Tarık Dursun K.’dan Milliyet Yayınları’nı yönetme öyküsünü dinlerken; bir adım daha öne geçmeyi amaçladığın, ama gene bu üç işi bir arada yapmadan vazgeçmeyen bir anlayışı getirmeye çalıştığını öğrenecektim. Bir bakıma “Babıali geleneği”! Çünkü, kendisi de kendi yayınevinde aynısını yapıyordu tanıdığımda.
Cağaloğlu’nda varlığını sürdüren yayın dünyasındaki birçok yayınevinin iyi yayıncılık adına bu türden işler için dışarıdan destek aldıklarına da tanık oldum. Benim ilk redaktörlük dersim Fakir Baykurt’un kitaplarıyla olmuştur. Remzi Kitabevi’ne dışarıdan kitap düzeltileri yapıyordum. Fakir Baykurt’un, kitapları yeni basımlarının düzeltilerini gözden geçirmem için bana verilmişti. Gelen iki dosyanın birinde Baykurt’un kendi düzeltileri de vardı. Onun yaptığı redaksiyondaki tüm işaretleri bir deftere geçip, ne nerede nasıl/niçin kullanılmış diye notlar almıştım. Onun bu işaretleri öğretici olmuştu bana. Yıllar sonra hem editörü hem de yayıncısı olduğum Baykurt’un on cildi aşan, edebiyatımızda bir örneği olmayan, özyaşamöyküsünü sekiz cilde indirme serüvenimiz ise başlı başına bir yayıncılık öyküsüdür. Bu anlamda Fakir Baykurt’tan çok şey öğrenmişimdir. O, her kitabının yeni basımını baştan sona gözden geçirir, adeta silkelerdi; her cümleyi, sözcüğü ayıklayarak yazardı.
Gene Vüs’at O. Bener… Kızkardeşi Bilge Bölükbaşı’nın roman dosyasını ( Ödül ) önüme koyduğunda onun sayfalar üzerindeki notları da dikkate değerdi benim için. Böyle birçok yazarla karşılaşma/buluşma zamanlarında gördüklerim/öğrendiklerim benim için hep yönlendirici olmuştur. Ama bu konudaki ilk ustam Sait Maden, sonraki de Tarık Dursun K.’dır. Memet Fuat’ın yönlendiriciliğini de anmalıyım burada elbette.
Cağaloğlu’nda, 1980 sonrası, bu işin seyri adım adım değişmeye başlamıştı. YAZKO deneyimi bir ufuk açacak gibi olduysa da, kısa sürede çözülmesi o adımı attıramadı.
2000’lerin başında, Doğan Kitap’ın yeni kurulduğu sıralarda, süre, bir “lektör”/okuyucu-önerici olarak gelen dosyaları değerlendirip raporlar yazdım. Bu, yayın kurulunun işini kolaylaştıran bir aşamaydı elbette. Dolayısıyla, karar sonrası asıl iş editörde başlıyordu. Papirüs, Kavram yayınları deneyimim ise başlı başına bu süreci tanımlayacak boyuttadır. Ama öncesi de var elbette. Bunların tümünü ayrı ayrı birkaç yazıda konu etmem gerekecek.
İyi Editörlük…
İletişim Yayınları’nın editörlerinden olan Tanıl Bora’nın bana yazıp ilettiği notların, daha ilk kitaba adım atarken “iyi editör”e işaret ettiğini burada anmak istiyorum. O rotada/duyguda kitabımı hazırlamaya yönelince; nasılsa bunu teslim edebileceğim “iyi göz”ün olmasının ivdirici çalışma disiplininin ve yazdığını konuşup tartışabileceğin donanımlı bir “editör”ün varlığı bir yazar olarak bana iyi gelmişti.
Bir okur olarak elinize aldığınız kitap, her zaman, iyi bir editörün elinden geçip geçmediğini gösterir. Kapağının biçiminden, arka kapak yazısının yazımından/sunumundan, içteki düzenin ve okuduğunuz her satırdaki seyirden bunu anlarsınız. Evet, kitap bir yazara aittir, sözcükler kurulan cümleler düşünceler ifadeler… Ama editör bir biçimde o nesne kitapta kendini gösterir. Bence, bunu iyi kotaran yayınevlerinden biridir İletişim Yayınları. Klasikler dizininin yeni düzeni/hazırlanışına baktığınızda bunu hemen gözleyebilirsiniz.
Bu konuda artık ekol diyebileceğimiz çizgiye erişmiş Metis Yayınları’nı da anabilirim. Dost Kitabevi yayınları ise başlı başına bir tarz oluşturmuştur yayıncılığımızda. Yayına ilk başladığı zamandaki kitaplarıyla iyi editöre kapısını açtığı süredeki kitaplarını kıyaslamak bile yeterlidir Dost’un nereden nereye geldiğini görmek için.
Yayıncılığımızda bu iyi örnekleri çoğaltabildiğimiz gibi “kötü”leri de sıralayabiliriz. Yani, bir tür “kargo yayıncılık”/”market yayıncılık” yapanları. Hiçbir yaratıcı çaba göstermeden, editoryal bir kaygı gütmeden kitabı pazara sürenlerin varlığı günbegün artmaktadır. Oysa, bunların da kitabı bir nesne olarak düşünüp tüm hazırlık süreçlerini işin ehli ellere teslim etmeleri gerekir artık. Kötü çeviriler (ki bunların çoğunluğu “çeviri kitap yayıncısı”dır), özensiz kapaklar iç tasarımlar… Batı’daki örneklerin kopyası basımlarla okur avcılığı…
İyi bir yayınevinde özgünlük içerikte yatar. İşte bunun belirleyiciliğinde editör başaktörlerden en önemlisidir. Tasarım önemlidir. Ama bir yayınevi için esas olan/belirleyici olan değildir. Bir yayınevi iyi bir tasarımcının elinde kimlik kazanır, sürekli oynanan bir oyuncak değildir kitap/nesne. Tasarımcı yayınevinin yayın çizgisini düşünerek tasarımını yapar. Kendi tarzını yayınevi yayınevi gezdirmez. Çünkü orada yayınevinin özgünlüğü esastır. İyi tasarlanmış kitap her zaman okurun albenisi çeker.
Gelin görün ki; içeriği, altyapısı/temeli olmayan yayınevini ne kadar süslerseniz süsleyin öyle kalır, ilerleyemez. Bu anlamda tasarımcı yayınevinde tek başına değildir, onun tasarım enstrümanlarını tümleyen öğelerden biri de editördür. Bizde daha çok tasarımcılar patronun ve yayın yönetmeninin gözüne/sözüne bakar. Hatırlarım, Sait Maden, kaç yayınevi patronunu kibarca terslemiştir bu konuda.
Bana göre bir yayınevi “avcı” gibi davranmamalı. Kimlikli bir yayınevinin “çok satar” yayıncılara özenip tarzını değiştirmesini de hiç uygun bulmam. Örneğin, Adam Yayınları, son nefesine kadar çizgisinden/tasarım ilkesinden ödün vermemiştir. İrdeleyince bu örnekleri çoğaltabiliriz de.
Editör Yetiştirmek
Yayınevlerini yönettiğim dönemlerde hep “editör”ün yetişmesine çaba gösterdim. Karşıma editör olmak için ya da olduğunu varsayarak çıkanlara ilk sözüm şu olmuştur hep: Sizin şair ya da yazar olmanız (çünkü çoğunlukla bu takım editör olmak istiyordu) sizi iyi editör yapmaya yetmez. Çünkü, bir dönem nasıl ki reklam yazarlığı dendi mi şairler akla geliyorduysa, şimdilerde de da editörlükte yazarlar geliyor. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Modern yayıncılık döneminde her yazarın iyi bir editöre ihtiyacı vardır. Burnundan kıl aldırmayan bir yazar bile olsa. Editörlük başka bir şeydir, yazarlık bambaşka bir şey.
Pekala şunu da söyleyebilirim; editör, içinde sakladığı yazarı hiçbir zaman göstermez.
Her şeyden önce iyi bir okur olmalıdır editör. Günümüzde çoğu yazarın iyi okur olma gibi bir derdi yoktur. İşte editör bunu ilk gören, keşfedendir. Bir parıltısı varsa karşısına çıkanın, ilk aşamada eksikliklerine de görendir o. Donanım dediğimiz şey süreklilik gerektirir elbette. Ama okuma tutkusu, merak ve keşif duygusu olmadan bu mesleğin (evet, editörlük bir meslektir) yapılamayacağını hatırlatırım hep.
Bir başka yanı da var ki; uzmanlaşma. Yani yayın dizilerinin çeşitliliği artık konusunda yetkin editörler istiyor. Bir tarih, felsefe dizi editöründen kurmaca edebiyatı ya da bir başka diziyi de yönetmesini bekleyemezsiniz. Bu, sonuçta, “her işi yaparım abi”ye dönüşür; bugün birçok yayınevinde görünen manzara ortaya çıkar.
Yabancı yayınevlerinde en çok gözlediğim de buydu; dizi editörlüğü. O dizinin “tanrı”sı da denebilir! Ne yazık ki, ülkemizde, bu alanda bir ekol/okul yaratılamadı. Yayınevleri kendi içlerinde böyle bir misyona pek inanmadıkları; hatta kimileri kendi yazarlarını/çevirmenlerini “editör” kılıp fikir aldıkları için bir türlü bu alanda yol alamıyoruz.
Oluşturacağımız yeni bir dizi için Almanca/İngilizce bilen bir editör ilanı vermiştik. Ama şu kaydı koymuştuk: “deneyimli”! Görüşmeye gelen, Almanya’da eğitim görmüş, bir genç ile konuşurken her şeyin uygun olduğunu, ama “deneyimli” olmadığını söylemiştim. Bana yanıtını hiç unutmam: “Deneyim dediğiniz şey, sizin bana burada fırsat vermenizle oluşacak bir şeydir; kimse bunu bir yerden öğrenerek gelmez, ben bu mesleğe başlamak istiyorum…”
O arkadaşla uzunca süre çalışmıştık, ama ücret yetersiz gelince, reklam sektörüne kaymıştı.
Bu konuda, “editör dayanmıyor” diye adımın çıktığını bilirim. Kısa yoldan başka bir işi seçmelerini isteyerek onlara kolaylık/iyilik yapmışımdır. Evet, kimse bir yayınevine editör olarak gelmez, ama bir yayınevinden editör olarak ayrılabilir; eğer tutku/sadakat/bağlılık gösterirse bu işe, öğrenebilir. Savsaklayıcı bir tutum içinde olur, özensiz davranır, okuma zahmetine katlanmaz, yazara ve kitaba gitme keşiflerinde bulunmazsa yapamaz bunu. Bu gidenler/kalanlar içinde yüzümü ağartanları da burada anmak isterim. Şunun da altını çizmek de yarar var, editörlük yazarlığa geçiş için de bir aşama değildir. Yazarlığınıza katkısı olur, ama sizi yazar yapmaz.
Editör, yazarın zihninin toplamasına olduğu kadar açmasına da destek olan kişidir aynı zamanda. Yazardan daha iyi bir yazar çıkarabilendir. Keşfetmek onun mesleğinin ana ilkelerinden biridir.
Burada editörlüğün ilkelerini sayıp dökecek değilim. Kuşkusuz vardır, olmalıdır da. Çünkü, bu uğraş bizde henüz usta-çırak aşamasına bile gelememiştir ne yazık ki! Öğretme, yöntem ve yol yordam gösterme konusunda çok tutucuyuz. Bilgiyi paylaşmayı sevmiyoruz, saklıyoruz.
Konuya sonraki yazıda devam edeceğim.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (25 Şubat 2014)