Şunu itiraf etmeliyim ki sevgili okurum, nice zamandır bir oyun yazıyorum.
“Çağanozlar” adını verdiğim bu oyun yaşadığımız “dünya ağrısı”ndan doğdu.
Oyun yazmak çocukluğumdan beri ilgimi çekmiştir. Pek çok genç gibi “sahne” ile lise yıllarımda tanıştım. Orada olmak içimdeki “ben”i ortaya çıkardı, hepsi bu! Ama ben, daha çok, sahneye taşınan sözlerin yazarlarını merak ettim.
Örneğin; o zamanlar Haldun Taner’i, Cahit Atay’ı, Turgut Özakman’ı, Güngör Dilmen’i, A. Turan Oflazoğlu’nu, Orhan Asena’yı, Mehmet Baydur’u… Okudum, izledim. Tanıştım, konuştum, dostluklar kurdum.
Zamanla tiyatrocu birçok dostum oldu. Çok şeyi paylaştım her biriyle. Galiba, hiçbirine oyun yazma düşüncemi açmadım!
Sayısızca oyun izledim. Kulislerde oldum, o da çok çekinerek, ama merakla. Yıllarca AST’ın, Dostlar’ın, Kenterler’in, Devlet ve Şehir tiyatrolarının izleyenlerinden oldum.
Shakespeare’in, Çehov’un o benzersiz oyunlarını birer roman gibi okudum.
Tutup Orhan Asena’yı inceledim, yetinmeyip gidip konuştum kendisiyle.
Bu oyun/tiyatro merakım beni Metin And’a, Sevda Şener’e, Ayşegül Yüksel’e, Özdemir Nutku’ya, Hülya Nutku’ya kadar taşıdı.
Çok şeyler gördüm, çok şeyler öğrendim her birinden. Okudukça, söyleştikçe, izledikçe…
Bir görüşmemizde, Hülya Nutku, bana Edward Bond’u anlattı uzun uzun. Ağrımız olan ortak kavramlardan konuşuyorduk onunla. Dünyayı bu denli çekilmez kılanların sahneye taşınmasından…
Bond’un oyunlarını sahnede izleme olanağım olmadı ne yazık ki! Ama Türkçedeki çevirilerini (Lear, Alt Oda/Sandalye/Hiçbir Şeyim yok) okudum. Bildiğim kadarıyla sahnelerimizde yalnızca iki oyunu sergilenmiş: Yaz (Genco Erkal, 1985), Kırmızı ve Cahil (Bitiyatro/Bisahne, 2014).
Bond’un Lear oyunu sarsıcı geldi bana.
“Şiddet”in, “kötülük”ün anlatıcısı olarak nitelendirilen Bond için Gülşen Sayın Teker bakın ne diyor:
“Bununla birlikte, Bond, toplumun geleceği konusunda karamsar değildir. Oyunlarında, içinde yaşadığı sevgisizlik, duyarsızlık ve yozluğa karşı direnen en az bir kişi hep vardır ve bu kişi gerektiğinde bu yolda yaşamını kaybetmekten çekinmez. Burada Bond’un çözüm olarak önerdiği şudur: insan, çevresinde tanık olduğu herhangi bir yozluk karşısında kayıtsız kalmamalı, şiddete başvurmadan aklı, sağduyusu, mantığı ve içindeki sevgiyle yozluğa karşı savaş açmalı ve gerekirse ölmeli.”
Galiba, Lear oyununun çevirmeni Ayberk Erkay’ın altını çizdiği gibi; “Bond tiyatrosu gerçeği” insanı çağın/dünyanın ağrısıyla yüzleştiriyor. Öyle ki; “Şiddet, sözden doğuyor. Bugünün sahnesinin şiddeti, Bond’un şiddeti ile yüzleşmek zorunda.”
Bond’un Lear oyunu için yazdığı önsöz, bence, çağdaş tiyatro/sanat manifestosu niteliğinde.
Tiyatroyu, tiyatronun işlevini bir kez daha bize anlatan, düşündüren, önemseten nitelikte.
Araya girmeden onun bu düşüncelerinin bazılarını buraya aktarmak istiyorum ilkten:
“Şiddet toplumumuza şekil veriyor, toplumumuzu pençesinde tutuyor; şiddetli olmaktan vazgeçmediğimiz takdirde geleceğimizi kaybedeceğiz. Yazarların şiddet hakkında yazmalarını istemeyen insanlar, onların bizler hakkında ve zamanımız hakkında yazmalarını istememektedirler. Şiddet hakkında yazmamak bugün ahlaksızlıktır.”
“Bütün bu değişimler toplumsal örgütlenmeyle uyumlanmayı gerektiriyordu ve bu durum liderlik olgusu açısından yeni fırsatlar doğurdu. Hakimiyet teknikleri ve alışkanlıklar buna bağlı olarak gelişim gösterdiler. Can alıcı hadiselerde her türlü uyumsuzluk topluluk için tehlike arz eder oldu. Başkaları tarafından kontrol edilen bu insanlar hadiselerle kendi başlarına yüzleşme yetisini, üstelik aksi bir tavır önderleri tarafından mazur görülse bile, çok geçmeden yitirdiler. Ve böylece, birazdan değineceğim üzere, aykırı nitelikteki doğal duygular ahlaka uygun hale getirildiler ve temelde muhalif oldukları örgütlenmelerini idamesi için işler hale geldiler. Bütün bu yapıyı bir arada tutan, mahrumiyete ve tehdite karşı yükselen olumsuz biyolojik karşılığın ta kendisi oldu –bu yapı, kendi yarattığı saldırganlık tarafından bir arada tutulan bir yapıdır. Saldırganlık ahlaka uygun hale getirilmiştir ve ahlak bir tür şiddete dönüşmüştür…”
“…adaletsiz bir toplum hem suça sebebiyet verir, hem de suçu tanımlar ve akabinde, adaletsizliğe zemin olan ve toplumsal parçalanmaya sebep olan bu saldırgan toplum yapısı, ‘yasa ve düzenin’ koruyucusu kimliğine bürünerek, kendini ahlaki açıdan aklamış olur. ‘Yasa ve düzen’, adaletsizliği idame ettirmek adına atılan adımlardan birisidir.”
Sanırım Edward Bond’un düşüncelerinin bir kısmına bakmak, onun dünyanın ağrısına dair ne düşündüğünü görmek için yeterlidir.
Bunu da tiyatro aracılığıyla topluma/insana iletmek, hatta nasıl iletilebileceğini göstermek daha da önemli, bence.
Belki de Edward Bond’u önemseten yan da budur.
Salt muhalif olmak, söz dökmek, yergiler yapmak değildir önemli olan; neyi/niçin/neden ve nasıl söylediğini bilmektir sanatta aslolan.
Tiyatroyu çağımızın en etkili sanatı kılan budur benim gözümde.
Eğer kentiniz tiyatro salonundan yoksun ise, kasabanıza, hatta köyünüze/beldenize tiyatroyu götüremiyorsanız şiddeti besliyor, saldırganlığı körüklüyor, kötülüklerin toplumu salgın gibi sarmasına öncül oluyorsunuz demektir.
Tiyatro bize her şeyin anlatılması/gösterilmesi gerektiğini öğretiyor.
Edward Bond vari cesur yazarların vicdan duygusu ise sanatın her alanında bunun gerçekleştirilebileceği düşüncesini bizlere aşılıyor.
Eğer Edward Bond ile karşılaşmasaydım, belki de “Çağanozlar” diye bir oyunu yazma cesaretini kendimde bulamazdım sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (13 Aralık 2016)