Bir Edward Hopper resmine bakmak, dünyanın üzerine ışığın sorunsuzca indiğini neredeyse dolaysızca fark etmekle birdir: Bir evin iç odasını, yüzünü pencereye dönmüş bir kadının beden kıvrımlarını, tarihle medeniyetin seyrini aynı anda düşündüren anıtsal yapıların sütunlarının, çatılarının güzel köşelerini ya da tüm bunların aksine kapalı, gölgeli iç mekânları yansıtan ışık, Hopper için, resme bakacak olanları Batılıların epifani diyecekleri doğal bir ‘aydınlanma’ anıyla karşı karşıya bırakmak gibidir.
Ayrıntı ve süsleme açısından asla kalabalık ve kafa karıştırıcı olmayan bu resimlere bir anda ve doğrudan yönelmemizi sağlayan şey, yine de onları zihnimize cömertçe seren bu ışık etkisinden daha öte bir anlam taşır: Sahiden de, arka arkaya bakacağımız daha ilk birkaç resimde görünürlük kazanacak bazı belli başlı kavramlarla, bu son derece entelektüel ressamın bizi düşündürmeye çalıştığını hemen sezeriz: Ama bununla da, Hopper’ın diyelim çağdaşı Salvador Dali veya Rene Magritte gibi resminde teknik arayışlara boğulduğunu söylemek istemem; bu ressamların aksine o, kavramlarla resmi düşünmek yerine daha gösterişsiz bir tavırla aslında görüntülerle birtakım hislere ve düşüncelere ulaşabilmemizi amaçlar. Resimlerin isimlerinin de bir anlamda açıkladığı böyle bir sadelik özlemi, ufka doğru daralan bir yolun kenarında duran küçük bir evin, tek başına güneş altında cayır cayır yanıyormuş hissi uyandıran antik çağrışımlı bir binanın ya da bir kafede bir çeşit akşamüstü yalnızlığı yaşayan kadınla erkeğin yalıtılmış hallerini düşündüğümüzde, önümüzde yeni bir algı alanı açar ki, bunun da temelinde hemen hep bir yalnızlık, ıssızlık veya yitip giden görkemli bir geçmişin umutsuzca canlandırılması isteği yatar. Hopper yorumcularının, karısı Josephine ile saplantılı ilişkisinden Amerika ve Avrupa yıllarının ayrı ayrı etkilerine dek inerek ısrarla araştırdıkları bu olgulara burada yeniden değinmek istemediğim için, ışıkla gölgenin tuhaf bir biçimde boyut kattığı, neredeyse ruh üflediği, canlandırdığı bütün bu resimsel unsurların bizlerde yapaylıkla, plastik, oyuncaksı bir hisle gerçek yaşamsal kimi başka hisleri aynı anda uyandırabildiğini söylemekle yetineceğim.
Temel olarak, Hopper’ın manzara çalışmaları, Amerika’nın çok sevdiği kırsal, yarı şehirli ve dönemine göre bir anlamda karakteristik yönlerini ele alır; petrol istasyonları, sinema salonları, çiftlik evi verandaları gibi köşelerle ressam epey ilgili görünmüştür. İnsan figürlerinin boy gösterdiği resimlerinde ise, yine bu tercihinden vazgeçmek istemezmiş gibi, onları çevrelerini saran bütün bu yapılarla organik bir uyum içindeymiş gibi resmeder; ama resme bakacak olanlar için asıl şaşırtıcı olan şey bu ilk elden ve gerçekçi betimlemelerden önce, neredeyse her zaman –söyleşilerinde belirtmekten ısrarla kaçınsa da– bir ruhsal gerginlik ve deneyim, içsel yaşantılarımızın bizleri aşıp dalga dalga ilişkilerimize, bir parçası olmaktan kurtulamadığımız kültürel unsurlara, gündelik hayat ritüellerine yansıyan etkileri olur: Ressamın fazla kurcalamadan irdelediğini hissettirdiği kimi kültürel kodlar, bu yüzden hem bize yaşadığı dönemin apaçık bir görünümünü sunar hem de değirmenler, gözetleme kuleleri, istasyonlar, tren kompartımanları, kayalıklar, köprüler gibi büyük panoramik bir resmi tamamlayan unsurlar, başta da belirttiğim sihirli ışık altında aslında birer zihin ürünü –bundan böyle kendi zihinlerimizin ürünü– olarak dönüşürler. Bu yüzden, diyelim Holywood’un altın çağını çağrıştıran sinema temalı resimleri, belgesel olduğu kadar son derece duygusal etkiler de taşır; onları kolaylıkla dünyanın kendi köşemizdeki izlenimlerimizle birleştirebilmemiz de bu yolla mümkün olur.
Resim, en nihayetinde bir zamansızlığın dili olduğu için pek az örneği zihnimizde akıp giden görüntülerle canlılıkla birleşir. Bunu olağanüstü bir rahatlıkla hem başaran hem de bakan kişide bir tür yanılsama duygusu uyandıran Hopper resimleri; renkleri, geometrileri ve dokularıyla, hâlâ modern hayatın yalnız insanları için sanatı nihai bir teselliye dönüştürebilen kurtuluş alanları: Çünkü sessizce seyrederken de, zihnimizde yeniden kurarken de, bir Hopper resminin, içine girip nefes alabileceğimiz genişliği de hüzünlü iyimserliği de bize hep vaat edeceğini aslında biliriz.
Erhan Sunar – edebiyathaber.net (24 Mayıs 2016)