Kültürel alanda batıyla son buluşmamız sanıldığı gibi Tanzimat Dönemi’ne değil; 18. Yüzyılın ilk yarısına, Lale Devri’ne (1718-1730) uzanır. Bu dönemde Avrupa’nın başkentlerinde temsilcilikler açılır. Mehmet Said ve İbrahim Müteferrika tarafından matbaa kurulup ilk Türkçe basımlar yapılmaya başlanır. Aynı yıllarda fabrikalar aracılığıyla kağıt üretimi yaygınlaştırılır. Savaşların, bozgunların şiddetini arttırdığı; yenilgilerin faturasının halka ödetildiği yüzyıl boyunca siyasal saflaşmalar sürer. Genellikle yukardan aşağı gelişen reform hareketleriyle, halka yüklenen vasıf tebaalık durumundan nispi yurttaşlığa doğru değişim geçirmeye başlar. 19. Yüzyılda siyasal, kültürel arayışların sancısı içinde Tanzimat ilan edilir (1839), parlamenter sisteme geçiş emareleri görülür. Eğitimde, kültürde, politikada batının rehberliği kabul edilir. Aydın kitleler batıdan tercüme edilen eserlerle tanışır. Tanzimat sonrasında kapitalizm, savaşlar ve ulus devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte değişen alt yapı-üst yapı ilişkileri, dünyadaki kültürel sınırların esnemesi / silikleşmesi gibi gelişmeler sonucunda Türkçe Edebiyat, batının etkisi altında kalır ve dönüşümünü bu perspektifte sürdürür.
Öykü mü, hikaye mi?
Edebiyat literatüründe öykü ve hikaye kavramları sıkça karıştırılır, yan yana yazılır, bazen de eş anlamlı sözcükler olarak birbiri yerine yazılır. Oysa roman ve destan için aynı kafa karışıklığı söz konusu değildir. Türkçe Edebiyatın geleneksel türlerinden sayılan hikaye; sözlü anlatımın giderek söylev, konferans, sempozyum gibi araştırmacı / sunumcu alana daralmasıyla birlikte çağdaş ve genç bir kavram olan öyküyle eş tutulur hale gelir. Bir düzyazı türü olarak öykü, sözlü edebiyatın anlatım unsurlarını barındıran hikaye kavramını karşılamaz. Kültür endüstrisinin ortaya çıkışıyla birlikte sözlü anlatım alanında üretilen değerler de giderek basılı düzleme geçer. Kır nüfusunun büyük kentler etrafına yığılması, üretim biçimlerinin değişmesi, burjuvazinin siyasette ve kültür-sanatta inisiyatif haline gelmesi, iletişim araçlarının yaygınlaşması bu sonucu pekiştirir.
Hikaye içeriği gereği toplumsaldır, öykü ise kıyaslandığı yaşlı benzerine göre bireycidir. Hikaye dini ve milli büyük anlatılardan beslenirken öykü, küçük insanın iç dünyasına yüzünü döner. Hikaye temsile ve kalabalık topluluklar tarafından paylaşılmaya uygun bir tür iken, öykü yoğunlaşmayı ve tek başınalığı teşvik eder. Kapitalizm çağında üretim ve tüketim tarzları değişime uğrarken kırdan kente doğru büyük göç dalgaları yaşanır. İnsan kümeleri parçalanır, birey kavramı ortaya çıkar. Merkeziyetçi ve otoriter modernizm, bireyi yalnızlığa mahkum bırakır. Bilim ve teknolojinin gelişmesi sonucu destanları, efsaneleri ve mitleri temel öğe kabul eden hikaye, yerini modernizm deneyimini ele alan öyküye devreder. Bizi ilgilendiren kısmıyla özetlediğimiz yüzyıllar süren bu değişim; tarih, ekonomi, sosyoloji, siyaset konularında birleşik okumalar yapılabilecek uçsuz bir alandır.
Hikaye kavramının altını dolduran örnekler öyküyle yapılan biçim ve içerik evliliği sonucu evrimleşir. Elbette kavramların ilk anlamlarının yıllar boyu korunması, dondurularak saklanması söz konusu edilemez. Anlamın çiftleşmesine, yenilenmesine, başkalaşmasına karşı çıkmak zamanı ve tarihin ilerlemeci mantığını inkar etmek olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda öykü ve hikaye türlerinin birbirini etkileyerek dönüştürmesi olumsuzlayabileceğimiz bir olgu değildir. Coğrafyamızın tarihi ve doğu-batı ikilemindeki politik / kültürel tercihlerimiz –erki elinde bulunduranların tercihi sonucu geliştirdiğimiz tabiiyet- konuya dair kapsamlı bir ipucu haritası sunar.
Eğik Zaman’ın meselesi: Anlatmak… Neyi anlatmak?/ Nasıl anlatmak?
Eğik Zaman isimli kitap, Ahmet Önel’in yazın hayatı boyunca kaleme aldığı öykülerden bir seçki içerir. Önel, edebiyat çalışmalarını sürdürdüğü dönem süresince öykü, tiyatro, çocuk tiyatrosu, roman türünde ürünler verir. Bizce ilgilendiği bu geniş yelpaze içerisinde onun edebi karakterini ortaya çıkaran, üslubunu derinden etkileyen tür, yazmış olduğu oyunlardır. Tıpkı bir ressamın edebi metin denemelerinde görme duyusunu harekete geçiren betimlemeleri gibi… Müzik becerisi yüksek bir yazarın cümlelerini, kullandığı noktalama işaretlerini öykü anının ve okuma eyleminin temposuna göre belirlemesi ya da mimari anlayışa sahip bir romancının, eserinde mekan bilgisini konuşturması gibi…
Eğik Zaman içerisine alınan öykülerde, yazarın tiyatrocu kişiliğinin etkileri görülür. Metinlerde sahne diline, dramatik akışa uygun cümle yapıları ve seslenişlere, mizansen kurulabilecek tiyatrovari parçalara/ söz dizimlerine sıkça rastlanır. Bununla birlikte öykülerde olumlu anlamına binaen teatrallik, metnin içindeki birkaç başat sembolden ibaret değildir. Yazarı besleyen farklı özler, yeni bir tür olan öykü içinde kendi varlıklarını sürdürür, kimliklerini korur. Bu bağlamda meddahlık kültürünün, halk hikayeciliğinin, çağdaş batı tiyatrosundaki kurguya dair abartılı imaların / yabancılaştırmanın izleri bütün metinlerde sürülebilir.
Eğik Zaman; modernizm, akıl ve kötülük karşısında insanca, naifçe, çocukça bir edebi duruş sergiler. Üstü kir tutmayan insanların öykülerini, passız bir dille anlatır.
Hezarfen’in İbret Dolu Serüveni’nde; Ahmet Çelebi, İsmail Cevheri, 4. Murat gibi birçok tarihi kişiliğe göndermeler bulunulur. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’inden alıntılanan paragraflar destansı anlatım çabalarına katkı yapar. Galata Kulesi, Sinan Paşa Köşkü, Okmeydanı, Boğaziçi gibi bugün varlıklarını sürdüren bir çok tarihi mekan bu destansı atmosfere bir gerçeklik/olmuşluk payı bırakır. Öykü üzerinden tarihe atıf yapılarak, gerçek yeniden kurgulanır. Öyküde Osmanlı döneminin insanları ve sokaklarından günümüz teknoloji çağının birikimlerine sert geçişlerin yapıldığı görülür. Öykü kişilerinin buhar makinesinin, ampulün ve elektriğin icadına dair diyalogları zamanın Avrupa’sının ve Osmanlı’nın birer karşıt panoramasını resmeder. Yazar öyküye konu olan dönemin sözlü anlatım kültürüne ve hikayeciliğine uygun biçimde metnin içine girer, anlatıyı keserek açıklamalar yapar ve sözü tekrar öykü kişilerine bırakır. Meddahlık kültürünün anlatım özellikleri metnin temel ilkelerindendir.
Sıra dışı meseleleri konu edinen hikayeler, ince zekaya sahip ve abartısız bir mizah diliyle işlenir. Timuçin’in Kurtuluşudur isimli hikayede karnında çalan müziğin sancılarıyla yaşayan bir gencin tedavi sürecine tanık olunur. Metin; Osman Nihat Akın, Brahms, Mendelssohn, Bela Bartok, Beethoven, Saint Saens gibi bestecilere ve bıraktıkları eserlere göndermeler içerir.
Nereye Gidiyoruz başlıklı parçada; sayfalarını karıştırdığı bir resim albümünde karpuz dilimleri, elmalar, yarı çıplak kadın silüetleri ve geyiklerin resmedildiği sütunların arasında “nereye gidiyoruz” sorusunu okuyan bir kişinin yaşantısının allak bullak oluşu anlatılır. Yazar-anlatıcı bu parçada da müdahale hakkını kullanarak aktif hale gelir, okurla öznel yorumunu paylaşır : “ Doğru, iyi ki çoluk çocuk yok şu her ikisinde; ama olmasa da böyle hal ve durumda bile biri diğerine fazla gelmez mi sanki! “ Tanrısal üçüncü şahıs anlatıcı yöntemiyle yazılan öyküde, yazar karakterlerin zihinleri arasında dolaşır, böylece anlatım olanaklarını genişletir. Bu yöntem günümüz edebiyatı açısından “eski moda, eleştirilmesi elzem” olarak değerlendirilebilir; metnin gerçekçiliği ve estetik yapısı açısından sorunlu bulunabilir. Fakat yazarın niyeti günümüz edebiyat anlayışı üzerinden şekillenmediğine göre, onu değerlendirme ölçütümüz de zamanımızın batılı öykü teknikleri çerçevesinde olmamalıdır.
Kitabın isimli öykü; kullanılan anlatılım teknikleri bakımından sarsıcı özelliklere sahiptir. Az sözcükle büyük etki yaratmayı başarabilecek durumdaki metin, dilin ekonomik kullanımıyla günümüz öykü anlayışına nispeten daha yakın bir örnektir. İkinci tekil kişiye hitap yoluyla kurulan dil, öznenin edilgenliğiyle öykülenen durum arasında paralellik kurulması açısından en uygun anlatım yöntemini uygular. Birinci tekil şahıs veya tanrısal anlatıcı seçeneklerinin dili zorlayacağı parçada yazar, bir camın karşısında aksine bakıp kalmışlık durumunu “sen” hitabıyla anlatır. Bir kitapçı vitrininin önünde birkaç dakikayla sınırlandırılan öykü anında, öykü kişisi yazmayı tasarladığı kitapların hayalini kurar. Bu hayal “sen” hitabıyla anlatıcı tarafından öykü kişisine kurdurulur. Anlatıcı etken, özne edilgendir. Aynı zamanda öykü kişisine “sen” diliyle hitap eden anlatıcı aslında öznenin kendisidir. Hayalin bir köşesine bu kitapçı dükkanını ve içeride çalışan kişiyi iliştirir ve mesele giderek eğlenceli bir kurmaca yaratma oyununa dönüşür. Öyküde bu hayalin içeriği anlatılıyor olsa da öznenin esasen tek eylemi dükkan camı önünde durmak ve camda beliren yansımasına dalmaktır.
Dağlar Bulutlu Jesse’de tarihi bir anti kahraman olan Jesse James, parodi içeren bir olay örgüsünün merkezine alınır. James’in öyküsü yeniden yazılır. Anlatıcı, Amerikan İç Savaşı’nın yaşandığı dönemin koşullarını güldürü unsurunu kullanarak hikayeleştirir. Geleneksel hikaye anlatıcılığımızın imkanlarıyla batı kaynaklı bir konuyu buluşturur. Dışarıdan bakıldığında öykü bu şekilde özetlenebilecek gibi görünse de Jesse ve yaşadıkları sadece birer semboldür, hissenin üzerine yazılmış bir kıssadır. Yaşantısındaki ilkelerden ödün veren, küçük burjuva kent kültürüne ve sahtekarlıklarla dolu iş yaşantısının bataklığına saplanıp kalan; kirlenmiş, yozlaşmış insana itiraz ve sitem, Jesse üzerinden gerçekleştirilir. Anlatıcı, öykü kişisi yoluyla modernizme alaycı bir bakış fırlatır. Ulaşım araçlarının değişimi (at-araba / demiryolu- karayolu), yaşantının kazanılma yöntemlerindeki farklılaşma örnekleri gösterilerek, üretim biçimlerinin yaşam tarzına ve insan kimliğine etkisi tartışmaya açılır. Öykü sonunda anlatıcı önce Jesse’yi cezalandırır, sonra dönüp okura içini döker. Yazar beslendiği geleneksel kaynağı, kıssadan hisse kültürünü, bu coğrafyanın edebi köklerini değil gizlemek; bilhassa açığa vurmaktadır. Doğulu anlatım türlerini batılı biçimsel kurallarla buluşturur.
“Farkındaysanız bu öyküde unutulan önemli bir nokta var. O da balık. Izgarada, tavada, fırında, kiremitte ve daha pek çok biçimde sırasını bekleyen balıkla Jesse’yi bir türlü buluşturamadık. O da bizim Jesse’ye verdiğimiz bir cezadır ve anlayan beri gelsin. Aslını inkar edene ne denir hep biliriz, öyle değil mi? Dağların bulutuna göz yuman, kanyonların ciğer delen kızıllığına dudak büken, trenlerin o dayanılmaz kokusuna burun tıkayan ve de bir kötü kahvenin kırk yıllık hatırı vardır tekerlemesini unutmuş görünen Jesse’nin o eski afili ve büyük şef Jesse olduğuna kim inanır? Hey gidi rahat yaşam. Hey gidi masa başında oturup petrol kulelerinin küçük maketleriyle askercilik oynayan Jesse. Tanınmayacak durumda olduğunu nasıl fark etmiyorsun? Dünya değişiyor kabul ama bu dünyada en son değişecek adam sen değil miydin? Senin vahşi batın şarkılarda mı kalacaktı? Bütün bunlardan sonra onu bir balık ızgaradan ırak tutmuşuz çok mu? Boş verin. Elbet onun balığın kokusundan da ziyade barutun kokusunu özleyeceği günler gelir. Söylemedi demeyin.”
Modern öyküde anlatı kendini zıtlıklar üzerinden var edebilir. Gizem barındıran, olağanüstü durumlar rahatsızlık verecek düzeyde bir sıradanlıkla anlatılabilir. Yahut tek düzeliğe, alelade bir durgunluğa çakılıp kalmış anlar, orantısız teknik ve dil kullanımı yoluyla şaşkınlık verici şekle getirilebilir. Yazar hünerini bu alanda göstermeyi tercih edebilir. Bu bağlamda Sürpriz Konuklar, seçki içinde okuma hazzına eşik atlatan örneklerden bir tanesi… Öykü kişileri bir sabah, geçmişte tanıyıp nefret ettikleri insanlardan birinin cesedini banyo küvetlerinde buluverir. Cesetler birkaç gün içinde geldikleri gibi ortadan kaybolur. Bu giz durumu mutlak sadelikle ve sükunet duygusuyla aktarılır.
“ Gülümsüyorum. Durumu fark ettiğimden bu yana aklımı kurcalayan tek soru bu olmuştu açıkçası. Kaç banyo küveti gezinecektim acaba? Şu günlerde banyo kapısını araladığı anda yüreğini hoplattığım biri olmuş muydu gerçekten? Sorum boşlukta kalıyor… Bulunduğumuz binadan aşağı bakıyorum. İnsanlar karınca gibi, bir küvetten diğerine durmaksızın yol alıyorlar.”
Görme duyusundan bağımsızlaştırılmış anlatma şekillerine ve imge derinliğinin sınırlarının zorlanması durumuna odaklanan Körler Adası isimli öyküde yazar okura elindeki metnin bir kurgu olduğunu sıkça hatırlatır. Anlatıcı metne müdahalelerde bulunur, öznel yorumunu ekler ve öykü dışı bir varlık olarak yapıya dahil olur.
“Bu öyküyü gözlerimi kapatıp yazmam gerekmiyor yine. Tıpkı onların boş sayfaya dokunup bir öykü tadı yakalamalarının olanaksızlığı gibi.”
Kıssadan hisse
Okur, Eğik Zaman’da yer alan öykülere Önel’in niyetini görmeyecek kadar yakından bakarsa yazıda bir sıradanlık ve tekdüzelik görme hatasına düşebilir. Bugünün anlayışına uymayan –aslında böyle bir dert taşımayan- metinleri güncel alışkanlıklar ve kurumsallaşmış eleştiri anlayışlarıyla ele alarak kitabın izleklerini es geçebilir. Öyküler siyasal ve kültürel tarihimizin derinliklerine inilmeden okunduğu takdirde boşlukta asılı kalabilir.
Gelenekselin izinden giden anlatma yaklaşımları Eğik Zaman’da çağdaş biçim ve kalıplarla uzlaştırılır. Öyküler, halk hikayeciliği ve meddahlık kültürünün çağdaş/batılı temalarda varlığını sürdürebildiğine dair birer göstergedir. Parçalar içerisinde kendilerine rahatlıkla yer bulan akıcı diyaloglar, konuşma diline yakın yazılan cümleler ve anlatımların üzerine sinen mizah havası tiyatronun üsluba ve türlerin türlere etkisini tartışmamıza olanak sağlar.
Günümüz anlayışına göre sorunlu bulanabilecek anlatıcı müdahaleleri, okurla kurulan iletişim, kıssadan hisse çıkarmak gibi yöntemler, sözlü birikimimize dair alışkanlıkların yazılı anlatım içerisinde kendini var edebildiği iddiamıza dayanak olur. Yazarın bilinçli tercihi söz konusu ise metne yapılan müdahale ve “hikayeci” kimliğin açığa çıkması durumu teknik bir zayıflık değildir. Edebiyat anlayışımızın süreçler boyunca geçirdiği evrim ve dönemin yeniliklerine tepki olarak gösterdiği uyum sağlama kabiliyeti konusu üzerine düşünme kapısı aralar.
Ömürcan Bozali – edebiyathaber.net (24 Mart 2017)