Bu yazımda, Dersim’in karakuşi yazgısını kendi dilinde kendi dilini yaratarak edebiyatta çok güçlü yer edinen bir yazardan bahsedeceğim. Notabene Yayınevi’nden Ejma’nın Rüyası adını verdiği öykü kitabını yayınlayan Haydar Karataş’tan… Her şeyden önce Gece Kelebeği (Perperk-a Söe) ve On İki Dağın Sırrı (Bir Göz Ağlarken) romanlarının ardından Beni Çağıran Rüya ve Ölü Kuşlar başlığıyla iki romanını beklerken böyle bir öykü kitabıyla çıkması beni şaşırttı. Zaten kendisi de bir röportajda aynen şunu söylüyor:
“Ben öykü yazmasını bilmem, Murathan Mungan’ın Bir Dersim Hikâyesi kitabında‚ Masal Bitti O Gece öyküsü ile katıldım, ancak hiç öykü yazmaya yönelmedim. Ben romancıyım, neden öykücü değil romancıyım onu da bilmiyorum, ama benim kahramanlarımın bir hayatı var. Bitmez bir hikâyeleri var. Kendini kurguluyor ve anlatmaya başlıyorlar. Ben onları anlatmıyorum, onlar kendi kendisini anlatır, Ben onları dinlerim, yaptığım tek şey bu. Bu hoşuma gidiyor. Hayatımın insanları onlar, öldükleri mezarlarından kalkıyorlar ve başlıyorlar hayatlarını anlatmaya. Anlatırken memleketimizin o zamanını anlatarak, bugünü anlamlandırıyorlar gibi geliyor bana.” ([1])
Nitekim kitabın öykü değil roman diye çok yerde duyurusu yapılması, bu şartlanmanın bir ürünü. Ben de kapakta ‘öykü’ etiketini görmeme rağmen öyküleri roman mantığıyla okudum. 144 sayfalık kitabın mizanpajı ve öykülerin sıralanması roman okuyormuş isteğinizi de kamçılıyor ya da öyle sanmanızı sağlıyor. 1.Bölüm Masal İnsan da dahil Sayıklamalar dediği 2.bölümde de ‘aslında roman taslağı’ denilen öykülerin olması; 3. Bölüm Yaşayan İnsan bölümünde yer alan Yedinci Mezar Taşı tek öykünün bulunması, (Hatırlatmada fayda var, son bölümde Yedinci Mezar Taşı öyküsünün yer aldığı sayfalarda sağ üst başlıkta yer alan öykü adı Gözlerini Kapatın Tarihin diye yazılması gözlerden kaçmıyor.) Ne olursa olsun bu kitapta, belki de içgüdüsel olarak alıştığımız Karataş romanı ezberinden kendimizi sıyırmamız gerekiyor.
Öykülere geçmeden Haydar Karataş’ın metinde oluşturduğu dizgelerdeki anlatımının o döneme şimdiye ve geleceğe olan katkısı olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü bu kurmacada yer alan dil o coğrafyadaki insanlık birikiminin dogmatik öğretisi olarak değil, zaman içerisinde kendini geliştirerek akıp giden öğretinin dilidir. Bu nedenle bu kitapları yüzeysel bir okuma yapan okurun hiç şansı yok. Acının kendisini değil acının ruhunu anlatmaya ve anlamaya çalışmak, acının coğrafyayla ilişkisindeki özü yani etmenleri kavramamızı sağlar. Evet, Haydar Karataş’ın da amacı bu… O coğrafyada yaşam biçimi doğal eklektik bir oluşum gösterdiği için bunu anlatacak akıl ve bilinç de eleştirel ise şüphe yok ki dil de otomatik olarak eklektik oluyor. Aslında bu metinler agnostistik bir bakış açısıyla okunursa, o coğrafyayı anlatmaya bu eklektik dilin de yetmeyeceği görülür. Karataş’ın dili de bu yaklaşımın ürünüdür ve çok kıymetlidir. Edebi anlamda belleğin ve zamanın yolculuğunu, ana dilinin tüm olanaklarını zenginleştiren Karataş, öykülerindeki olayları ve karakterleri zamansızlık kavramıyla sosyolojik olarak bir varlığa dönüştürür.
Bir kadim hatırlatıcı olarak karşımıza çıkan Karataş, anadilinden beslendiği armoniye, müzikaliteye ve lirik biçimde akışa kendi dilini de katarak sözcüklere Pepug Kuşu’nun yaptığı gibi ezber bozan anlamlar çağrıştırıyor ve cümle içinde dizilişleri edebi bir zenginlik olarak kendini kanıtlıyor. Bu zenginlik de mesellere ev sahipliği yapan mekanlar da bu kanıta tanıklık ediyor. Öyküler içinde masallar, masalların içinde öyküler karşınıza çıkıyor. Bu düşle gerçeğin, gerçekle düşlerin birbirine karışması edebi bir kazanım olarak algılanmasına yol açıyor. Doğru da. Ayrıca Dersim coğrafyasında yaşananlar mitolojiyle beslenen yaşam biçimidir. Çünkü bizim oralarda normal hayatta da günlük konuşmalar da hep masallarla desteklenen bir anlatım anlayışı vardır. Acı da, eğlence de ne yaşanmışsa hepsi buna dahildir. Ancak bu anlatım biçimine yazarın öznel düşünce ve yaşamı da eklenince ortaya nefis metinler doğmasına neden oluyor. Burada yazarın edebi katkısını ve gücünü kesinlikle vurgulamak gerekiyor, şüphesiz. Haydar Karataş, öykü kitabındaki her üç bölümde de insanın kendisinin, kendisine yabancılaşmasının, toprağa olan aidiyet duygularının ve egosunun gerçeğine sayıklamalarla varmayı, metaforik bir bilinci kabul etmemizi istiyor. Çünkü bu anlatım biçimi, aslında okuyucunun çekilen acıları içselleştirmesinde baş etmenin çıkış yoludur.
İlk öyküsüne mitolojik Pepug Kuşu meseliyle başlayan Karataş, ta başında bu mesel’e Pepug Aryası diyerek farklılığını ortaya koyuyor ve okuyucuyu aniden avucunun içine alıyor. ‘ Ne de olsa benim sazım öfkeyi uyutmuş, ölüyü diriltmiştir’, ‘Nefessiz ruhuma nefes verdin, inleyen suyuma can kattın’ gibi bir masala en uygun cümlerle bezenen öykünün sonunu, ‘kardeşin kardeşe inanmadığı, ama acısını da unutmadığı toprakların hikayesidir,’ diyerek bitirmesi, aynı zaman da kitaptaki diğer metinleri hissetmemize dair ipucunu veriyor. Dediğim gibi bu metinlerde masal mı, rüya mı çelişkisi içerisinde okur kıvranırken hayatın gerçekliğini edebiyatın o estetik kuşatmasıyla kavrıyorsun.
Karataş, öykünün tüm disiplininden hareket ederek metinlerini hazırlarken olay-mekan-yaşam kurgusunu öylesine ustaca yapıyor ki, okur salt o bilinmez ve unutturulmaya çalışılan kültürel bilgiye sahip olmak için satırlar arasında dolaşmaya can atıyor. Cümlelerin peşinden koşuyor. Cezaevindeki arkadaşıyla hiç umulmadık anda Prag’da Karluv Bost köprüsünde karşılaşmasını anlattığı hikâye bile yakın bir dönemde bu ülkenin insanlarının nasıl savrulduğunu anlatmaya yetiyor artıyor bile. Babil Tımarhanesi’nden kaçan Üç Devrimcinin Hikayesi’nde de idealleri uğruna bedeller ödeyen üç devrimcinin yıllar sonra karşılaşmasın ve geldikleri yol ayrımında yine kendi yalnızlıklarına gömülmesi yaşanılan trajedilerin yüreğe dokunan halidir. Kitaba adını veren Ejma’nın Rüyası adlı öyküde insanın kendi yarasına dokunmasını anlatıyor ki, bir insan nereye giderse gitsin kendinden kaçamayacağını da gözler önüne seriyor. “İnsanı öldürerek susturacağını sanan hükümetler, Anadolu’da sazı ve toprağı susturabilseydi, Dersim acısı bir daha konuşulmayacaktı, belki. Tabi bir de masal anlatıcıları…” satırlarını okumasaydım, Mungan’ın kitabında Masal Bitti O Gece yer aldığı için bilinme ihtimalini göz önünde tutarak bahsetmeyecektim. Kadim halkların kadim dillerinde söylenen toprağa inleyen dua sesleri gibi inlediğini satırlar çıkardığı seslerle size çağrıda bulunuyor. Hemen vurgulamak istiyorum ki, Karataş, öykülerinde de romanlarında olduğu gibi devamlı ilenen mağduriyetin dili olma gibi bir açmaza düşmüyor, tersine buna karşı çıkarak edebiyatını ve metinlerin içeriğini zenginleştiriyor. Karataş’ın bu tavrı metinler arasında da bir yakınlık, bir bağ kuruyor. Bu tavır da bir roman yazarından da bekleniliyor, zaten. Son Bölümde yer alan Yedinci Mezar Taşı öyküsü bana göre de final öyküsü olmalı. Evvelden gelip de ahire giden insanın doğasında tanrının tahtına göz dikmek hep vardı. Taht kavgası elbette zalim bir kavga… Bu öyküde, insan zalimliğini tanrısal güç olarak nitelendirirken diğer yandan da vicdansızlığını katarak ve sahip olduğu kendisini insan yerine koyan bütün değerleri yıkarak, üstelik bunu yüce siyasal öğretiler kılıfı içerisinde onu daha da çoğaltmanın peşinde olduğunu görürüz. İnsanın bu isteği insan olmanın inkârıdır, aynı zamanda. Bu öykü aynı kavimden gelip de aynı coğrafyada yaşayan insanın uğradığı acıyı ve haksızlığı aynı coğrafyada yaşayıp da bir başka kavimden gelen insana uygulamasının trajik bir anlatışıdır. Bu öyküyü okuyan, sözcüklerin o bilge sesinin içine düşüyor sanırsınız.
Özce, hadi ama Haydar Karataş… Sıra, beklediğimiz kuramsal kalıpları yıkan o yapmacıksız, o düşünsel dille yazılmış metinlerinin yayınlanmasında…
Adnan Gerger – edebiyathaber.net (2 Kasım 2017)
[1] -“Dersimli derdini toprağa anlatır”- Haydar Karataş ile söyleşi- Abidin Çetin