Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan Ekin Can Göksoy’un Epope Tatavla adlı kitabı çıktı. Edebiyatseverler, Göksoy’u ilk olarak Münhal isimli ilk kitabıyla tanımıştı. Yazarla, romanda mekân unsurundan karakter odaklı yazmaya; tarihle olan bağından gelecek planları arasında edebiyatın nerede durduğuna dair kapsamlı bir söyleşi yaptık. Ve tabii ki hikâyesine ev sahipliği yapan Tatavla’yı konuştuk.
İlk kitabınız Münhal bir öykü kitabıydı. Şimdi ise bir romanla okurlarınızın karşısındasınız. Öykü kitabı yazma süreciyle roman yazma süreci arasında ne gibi farklar var?
Aslına bakarsanız, Epope Tatavla‘nın ilk versiyonu Münhal dosyasının içinde bir öyküydü. Fakat, oldukça uzun ve bir öykü için eğreti duran bir anlatıydı. Ben de uzun bir süre daha, neredeyse bir buçuk yıl boyunca, Epope Tatavla‘yı son haline getirmek için çalıştım. O yüzden, roman yazma süreci hakkında bir yorum yapmaktan imtina ederim. Çünkü benim için süreç çok farklı işledi.
İki kitabınızı da okurken şunu fark ettim, akılda kalan karakterler yaratıyorsunuz… Karakter odaklı mı yazmayı tercih ediyorsunuz?
Hikâyeye göre değişiyor desem doğru olur. Bazı hikayeler karakter odaklı anlatılmayı talep eder, bazıları ise bambaşka şekillerde. Örneğin, Münhal‘deki Saadet Apartmanı bunun bir örneği mesela. Karakterlerin akılda kalıcı olmasına gelirsek, bunun sebebinin karakterler birebir hayattan esinlenmiş olmasa bile, karakterlerle ile ilgili ufak ayrıntılar belki de onları hatırlanır kılıyor. Karakterleri kendileri yapan ayrıntıların birçoğunun kendi deneyimlerimden, günlük tecrübelerimden alındığını söyleyebilirim.
Tatavla’yla ilgili bir roman yazma fikri aklınıza nereden geldi?
İstanbul’da oturduğum dört buçuk yılın dördünü Tatavla ve civarında geçirdim. Tatavla benim için İstanbul’un her daim anlatılan çeşitliliğinin sahih bir yansımasıdır. Tatavla’da Rumlar, Ermeniler, Museviler, Nijeryalılar, LGBTİ bireyler, Suriyeli göçmenler, Türkler, Kürtler beraber yaşar. Tatavla’da çay bahçesinde bira içebilirsiniz; Afrikalı göçmenlerin de 16.yy’dan beri orada yaşayan, orayı kuran Rumların da kilisesi vardır. Diyarbakırlı bir teyzeden içli köfte alabilir, Paskalya’da çörek yiyebilirsiniz. Tatavla, çokkültürlülüğün İstanbul’daki merkezidir bana kalırsa ve yıllar içinde kaybettiklerimizin ne kadar değerli olduğunu bize anımsatır.
Romanı okurken beni cezbeden şeylerden biri de İstanbul’un mekânlarıydı. Sanki anlatının ağırlıklı kısmında, diğer temel pek çok unsurdan rol çalıyormuş gibi geldi bana. Buradan yola çıkarak biraz da genelleyerek, roman ve mekân ilişkisiyle ilgili düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum.
Rol çalma meselesinden emin değilim, yani kastedilenin ötesine geçmiş midir, okuyucuların kararı. Fakat, niyet edilmiş bir şey olduğunu, en azından bir yere kadar, söyleyebilirim. İstanbul’u, kentin bir dönemini anlatmak için, mekanları da anlatmak gerekiyor diye düşünüyorum. Mekanın insanlardan, insanların da mekanlardan bağımsız var olabileceğini düşünmüyorum. Tarlabaşı’nın dönüşümü İstanbul insanının da dönüşümüdür; yahut Gezi olayları her gün oradan geçmeye korkan gençlerin başkaldırısıdır. Her gün önünden geçtiğimiz binaların birbirinin aynı, parlak, bembeyaz, üzerindeki tarihin izlerinin acımasızca yok edildiği taş parçalarına dönüştürülmesi, geçmişlerinin yok edilmesi, bizim de geçmişimizin yok edilmesidir. İnsanı anlatan romanın mekanı es geçmesi, hele ki böyle bir devirde, böyle bir anlayış karşısında, mümkün değildir.
Tarihle ilgileniyor musunuz? Romanda pek çok tarihi detay var ve sanki tüm bunlar önemli bir birikimin ürünü gibi duruyor…
Tarih benim için önemli. Çünkü az önce anlattığım meseleler için yol gösterici bir işleve sahip. Ama sosyal bilimlerin kaderinde vardır bu. Kimin bilgi ürettiğine göre, tüm dünyayı değişik okuyabilirsiniz. Biri Ermeniler hep beraber gezintiye çıktı diyebilir, başka biri Mimar Sinan’ın kafatası ölçülerinden Türk olduğu anlaşılıyor diyebilir. Yahut başka biri, Pangaltı mezarlığı Sultan Bayezid Vakfı mülkünündür der. Bizim, resmi tarihe karşı alternatif bir tarih okumasına ihtiyacımız var; bunu bazen tarihçilerle birlikte, bazen onlardan esin alarak, bazen de onlara karşı, edebiyatın bu görevi ifa etmesi gerekiyor.
ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği mezunusunuz. Devamında da Kültürel İncelemeler yüksek lisansı yapmışsınız. Akademik kariyer planlarınız var mı? Ve konuyu yine edebiyata getirerek, gelecek planlarınız arasında edebiyat nerede duruyor?
Akademik kariyer için net bir şey söylemem mümkün değil, çünkü ben de karar verebilmiş değilim. Çünkü akademi çok ciddi bir iş ve ciddi bir emek istiyor. Gelecek planlarımla ilgili söyleyebileceğim tek net şey belki de, elimden geldiğince edebiyat ile uğraşma, aklımdaki fikirleri kağıda dökmeye devam etme isteğim.
Hangi yazarları seversiniz? Ve özellikle şunu sormak istiyorum, edebiyat anlayışınızı şekillendiren yazarlar kimlerdir?
Soruyu böyle sormanız açıkçası benim işime gelir. Çünkü okurken pek beğendiğim, saygı duyduğum, etkilendiğim yazarlar ile onlar gibi yazmak istediğim yazarlar farklı benim için. Marquez, Kundera, Celine, Dostoyevski, Mann, Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi birçok favori yazarım var; ancak edebiyat anlayışımı şekillendiren yazarlara örnek verirken başta Hemingway‘in adını anmamda fayda var. Bunun yanı sıra, Umberto Eco‘nun ayrıntılardaki titizliğini ve Bilge Karasu’nun gündelik dünya fantezisini es geçmemek gerek.
Söyleşi: Sevim Tomris – edebiyathaber.net (16 Şubat 2016)