“Münhal”, yeni bir yazarın, Ekin Can Göksoy’un ilk kitabı. İletişim Yayınlarından çıkan kitap, ilginç hikâyelerden oluşuyor… Bazen Ray Bradbury’i andıran bir bilim kurgu, bazen Borges’in büyülü fantastik evrenini hatırlatan bölümler okuyoruz ama başka, çok kendine özgü bir tortu da bırakıyor yazar bize. Göksoy’la yazarlık serüvenini ve ilk kitap heyecanını konuştuk…
Genellikle, genç yaşta öyküler yazılır, ama yayımlatmaya yıllar geçtikten sonra cesaret edilir, fakat genç bir yazar olmanıza rağmen, “Münhal” için durum böyle işlememiş. Bir bakıma cesur bir adım diyebiliriz. Bu “adım” gözünüzde büyümedi mi hiç, nasıl karar verdiniz? Nasıl gelişti?
Doğrusunu söylemek gelirse, yazmayı öğrendiğimden beri bir şeyler yazıyorum. Kurgu kalıplarına giremeyecek olsa da, çocukların hayal dünyasındaki oyunları kafalarında kurdukları oyunlara benzer hikâyeleri ben deftere de geçiriyordum. Annemin halen sakladığı bir defter var 7 yaşında yazdığım “öykülerden” oluşan.
“Münhal”i yazma sürecinde edebiyat ile iç içe bir arkadaş çevremin olmasının faydasını gördüm, diyebilirim. Çünkü onların sayesinde yazdıklarım ile ilgili nitelikli bir geri dönüş alabildim. Çok gençken yazdığım birçok öykü vardı, fakat “Münhal”deki öyküler, “Alnico” hariç, son iki yılda yazılmış öyküler. Yani, uzun yıllardır kendi kendine yazan biri için aslında pek de erken bir adım attığımı düşünmüyorum. Son yazdığım öyküleri düşününce, bir bütün oluşturabileceklerine karar verdim ve dosyamı Levent Cantek’e teslim ettim. Gerisi zaten, onun eleştirileri ve katkılarıyla gerçekleşti.
İlk öykü Halk Edebiyatı eserlerinden izler taşıyor, “Münhal” ise pek de kullanılmayan eski Türkçeden bir sözcük… Tercihlerinizi konuşalım istediğim için vurgu yapıyorum. Kitabın bütününde bilim kurgu etkileri, Ray Bradbury havası var, bazen Borges kendini hissettiriyor sanki. Sonra direksiyonu azınlıklara çeviriyorsunuz. Türkçe edebiyat geleneği ile nasıl bir bağınız var?
İlk önce şunu söylemeliyim ki, öykünün çıkışında bir bilimkurgu öyküsü ya da bir halk edebiyatı öyküsü yazmak niyetini taşımıyordum. Anlatmak istediğim hikâyeyi en iyi, en sahih biçimde anlatabilmemi sağlayacak araçları hangi dil, hangi tür sağlıyorsa onunla ilerlemeyi tercih ettim. Yani, bir adamın kültürüne tamamıyla yabancı ama yaşadığı topraklara ait bir nesne ile karşılaştığında hissedebilecekleri üzerine düşünürken, bunu en iyi Anadolu’ya yeni yeni yerleşen Türklerin Karia heykel sanatı ile karşılaşması üzerinden anlatabileceğimi düşündüm. Bu sebeple, öykü bir Anadolu öyküsüne dönüştü. Demek istediğim, anlatmaya karar verdiğim hikâyenin içeriği, biçimini de belirledi.
“Münhal” kelimesini eriyebilen, çözülebilen anlamı ile kullanıyorum. Çünkü günümüzde yaşadığımız hızlı değişim her şeyi geçici, anlık ve korunmasız kılıyor. Bunu her anlamıyla söylüyorum; yirminci yüzyılın başında yapılmış bir apartman için de geçerli bu durum, iki insan arasındaki bir ilişki için de. Etrafımıza baktığımızda her şeyin hızlıca yok olup, “yenilendiğini” görüyoruz. Eski binalar yıkılıp, aynısı bir daha yapılıyor örneğin. Ancak, bir şeyi o şey yapan tam olarak nedir, onu soruyorum kendime. Serkildoryan yıkılıp bir AVM olarak aynı şekilde yeniden yapıldığında hiçbir şey olmamış olmuyor. Yani bir şeyler değişiyor sürekli; bir gün karşınızdaki ev değişiyor, bir gün komşularınız değişiyor. Yaşanmış olan şeyler hiçbir zaman ortadan kaybolmuyor. Ancak, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmek zorunda kalıyoruz. Ben açıkçası hiçbir şey olmamış gibi yaşamayı başaramıyorum. Üzerimizde tarihin bıraktığı bir yük var ve bunu görmezden gelerek yaşamak çok mümkün değil. Tarih, bir disiplin olarak, resmi ezberleri tekrarlıyor. O yüzden belki de, tarihin yerine getirmediği görevi ifa etmek, edebiyata düşüyor.
Türkçe edebiyat ile ilişkim ise sıkıcı ve anlamsız bulduğum lise edebiyat derslerinin etkisinden kurtulmamla çok daha sağlıklı bir hal aldı diyebilirim. Önce şiire alışabildim sonra yavaş yavaş roman ve öyküye. Çağdaş edebiyat kadar, Tanzimat sonrası, erken Cumhuriyet dönemi Türkçe edebiyata da bir yakınlığım olduğunu söyleyebilirim. Birkaç isim saymak gerekirse, Ahmet Haşim, Fikret Adil, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Yaşar Kemal, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Ferit Edgü, Bilge Karasu ve Orhan Pamuk’u söyleyebilirim.
İçerikle ilgili devam edeyim, son öykünüzün bitiminde, Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar” romanına bir “gönderme” bulunuyor. Atay, okurluk ve yazarlık serüveninizin neresinde?
Oğuz Atay’ı mühendislik eğitimimi sorgulamaya başladığım bir noktada keşfettim. Her şeyden önce Atay’ın da bir mühendis olması benim için gerçekten önemli. Duygusal da olsa, ayrı bir yer tutuyor kişisel olarak. Oğuz Atay’ı birçok şey için sevebilirsiniz, biçimde yaptığı oyunlardan orta sınıfa içeriden getirdiği eleştiriye kadar birçok şey için. Ben en çok mizah anlayışını seviyorum. Bir gün çocukken sebebini hatırlamadığım bir şeyden ötürü ağlıyordum. Odama giderken banyonun kapısının aralık olduğunu fark ettim. İçeri baktığımda aynada kendimi gördüm. Yüzüm kızarmıştı, gözlerimden yaşlar akıyordu. O an aynada kendime baktım ve kendi kendime “şu an istersem gülebilirim” dedim. Gülümsedim, gözlerim zaten ıslaktı, bu yüzden de parladı. Sonra ağlamaya devam ederek odama gittim. İşte Oğuz Atay’ın mizahı o aradaki gülümsemeyi daim kılan bir mizah gibi geliyor bana. Çok kişisel belki, ama o mizah ya da adı her neyse, o yüzden seviyorum Atay’ı.
Karamsar biri misiniz? Çok net bir ifade olduğunun farkındayım. Öykülerinizle yazarlığınızla hayata bakışınızla ilgili olduğu için bu soruyu sorma gereği duydum.
Aslında hem karamsarım hem değilim. Frankfurt Okulu teorisyenlerinden Max Horkheimer’ın bir sözü belli belirsiz canlanıyor aklımda. Ne olursa olsun değiştirilemeyecek olan tek şey geçmişte yaşanmış olan acılardır. Bu açıdan koyu karamsar olabilirim. Bunu bilerek yaşamak aslında çok zor. Ancak bunun beni bütünlüklü bir karamsarlığa sürüklemediğini düşünüyorum. Aslında kendimi hep iyimser bir insan olarak niteledim. Çünkü her zaman başka türlüsünün mümkün olduğunu düşündüm. Her zaman bir şeylerin değişebileceğine, yani en azından ihtimalin varlığına inandım diyebilirim. Horkheimer’dan bahsettim, bir de Adorno’dan örnek vereyim. Bir sanat eserinin devrimci olması için, başka türlüsünün mümkün olduğunu söylemesinin yeterli olduğunu söylüyor Adorno. Yazdığım öyküler devrimcidir demiyorum ancak en azından her şeyin başka türlü olabileceğinin mümkün olduğunu düşündüğüm için karamsar değilim diyebilirim.
Ya siyaset… Yazarın aktüel siyasetle ilgisini nasıl görüyorsunuz? Yazarlar sosyal medya nedeniyle aktüel siyasetle daha fazla haşır neşirler, daha çok görünüyor ve daha çok konuşuyorlar. İnzivada, sürekli kitap okuyan kör kütüphaneci edebi bir mit mi artık sizce…
Ben bir yazarın siyaset ile ilgilenmemesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bence sorun aslında çok temel. Siyaset ya da politika, Eski Yunan’dan aldığımız bir kavram olarak şehirle ilgili olan her şey anlamına geliyor. Yani modern politika anlayışımızda bir hata var. Ben her gün sokağa çıkıyorum ve havadaki karbon monoksit oranından tutun da gittiğim işte bana yatırılacak olan sigorta miktarına kadar her şey devletin, dolayısıyla siyasetin tasarrufunda. Değil bir yazar, herhangi bir birey ben siyasetle ilgilenmiyorum nasıl diyebilir ki bu durumda? Siyasetin şeyleştirilmesi ve bir şekilde hayattan koparılmasında sorun başlıyor zaten. Ben tarihin üstümdeki yükünü hafifletmek için yazıyorum. Herkes bir şey için yazıyor ve biri yazdıklarınızı okuduğunda bile o artık politik bir metine dönüşüyor, bana göre.
İlk kitap mutluluğu – tedirginliği nasıl bir hissiyat sizce? Yenisi gelecek mi?
Herkes, evet kendi için yazar ama okunmak da ister elbette. İlk kitabın çıkması ile her gün gittiğiniz kitapçılarda kendi kitabınızla karşılaşmak gerçekten mutluluk verici. Ancak asıl mutluluk verici olan, kitabınızı okuyan kişilerden gelen yorumları duymak. Kitabı beğensinler ya da beğenmesinler yazdıklarınızın okunmuş olması bile yazmaya devam etmek için insana belli bir heyecan aşılıyor.
Şu anda bitmiş bir projem var, bir başkası üzerinde de yavaş yavaş çalışmaya başladım. Umarım yine basılabilir nitelikte bir eser ortaya koyabilirim ve yeni kitaplarımla da bir kitabevinin rafında karşılaşma fırsatım olur.
Söyleşi: Emre Bayın – edebiyathaber.net (2 Aralık 2014)