“Erkekler Gilda ile yatağa giriyor ama benimle uyanıyorlar.”
Beş kez evlenen RitaHayworth, evlilikleriyle de sınırlı olmayan ayrılıklarını bu sözüyle özetliyor.
Sabah bocalıyor erkekler; çünkü yanlarında bir film karakteri değil, bir insan var.
“Gilda”, Hayworth’a“aşk tanrıçası” unvanını kazandıran siyah-beyaz filmin adı.
Ama filmdeki adı, kendi adının da önüne geçiyor Hayworth’un. Öyle anılıyor.
Yeşilçam’ın tereddütsüz esinlendiği konusuyla Gilda,sıradan bir film aslında.
Lâkin… O ünlü striptiz sahnesiyle dönemin efsanesi.
Hayworth, Gilda ve Salome filmindeki dansıyla baştan çıkartan kadın, “femme fatale” oluyor.
Striptiz deyince, aklınıza anadan üryan görüntüler gelmesin.
Hatırlatayım… Film, 1946’da gösteriliyor.
Gilda, önden tek yırtmaçlı, straplez, askısız siyah elbisesiyle sahnede.
Put TheBlame On Mame şarkısını söylüyor…
“Her felaketi, her günahı benden bilin, beni suçlayın” mealinden.
“Kötü kız” ya…
Sonra… Yavaş yavaş… Müziğin ritmine uyarak… Sağ elindeki abiye, uzun, siyah, ipek eldiveni çıkarıyor.
Ama nasıl çıkarmak.
O eldiven çıkınca, o dönem kadına dair tüm tahayyüllerinizin bir anda gerçekleştiğini sanırsınız.
Rita finalde diğer eldivenini çıkararak, “çırılçıplak” kalıyor, üstelik.
O efsanevi striptiz bundan ibaret.
Eller Günahkâr
Sonraki dönemlerin “daha ileri” striptiz örnekleri de, önce eldivenlerin çıkarılmasıyla başlıyor.
“Eller günahkârdır” zira.
Eller konuşkandır.
O çıplak kalan eller, giysilerin diğer kısımlarına yöneliyor.
Omuzdan bir askı düşürüyor, sonra diğerini…
“Erkek” toplumu o haddinden de yavaş… Bedenin bir bölümüne yönelen ama sonra geri çekilen…
Ardından yine “vazifesi”ne devam eden “eller”i takip ediyor.
Batı’da “Daha daha” diyorlar, kadının daha çok, sonsuza kadar soyunması için.
Bizde, bilhassa askerde, hatta bir ara hapishanede “Aç, Aç, Aç…”
Aç, Aç, Aç…
Can Yücel’in dizeleri çınlasın:
“Aç aç aç /diye haykırıyor yüzlerce mahkum
(…) haykırıyoruz sahnedeki kadına
aç aç aç
bir koç başı gibi
zorluyor duvarları çığlığımız
açız çünkü açız
hem sade o kadına ve kadınlara değil
güneşe yeşile toprağa /ve açık havaya açız.”
14 Mayıs 1987’de ölen Hayworth’ı TomWaits “InvitationToTheBlues” şarkısına alıyor:
“Sen kendini Cagney gibi hissediyorsun, o Rita Hayworth’a benziyor.
Bekar olup olmadığını merak ediyorsun, oysa o çapkınlığı seven bir tek tabanca.”
Çapkınlığı var Rita’nın, “tek tabanca”… İyi ki var.
Erkeklere silahını öyle çekiyor belli.
Erkek toplumu ise 2. Dünya Savaşı’nda ilk atom bombasının adının “Rita” olup olmamasını tartışıyor.
Sonra geçiyor zaman. Hep geçer.
Altmışlı yaşlar, Hayworth’a Alzheimer’la karşılıyor.
Alzheimer yeterince bilinmiyormuş o zamanlar.
Hani AIDS’e 80’lerde Rock Hudson ile vakıf olduysa dünya…
Alzheimer’ın “kocama-bunama”dan farklı bir dert olduğunu da, bir başka ünlüyle, Rita’yla öğrenebilirdi elbet.
Mucit ne teknik kelime
Diyeceğim o ki…
Erkeklerin icatlarıyla değil, belki kadınların –usulca ve derinden- keşifleriyle tanımalı dünyayı.
Mucit ne teknik kelime.
Keşif deyince dünyaları gezer/gezdirirsin.
Neyse… Eldivene dönelim biz.
Bir zamanlar yanağa vurulduğunda ölümcül düello daveti de olan eldiven önemlidir, hatta şiirseldir.
Schiller‘in“Eldiven” şiirindeki gibi.
İnsanları deneme…
O şiirin hikayesini Ahmet Altan –kendi hissiyatınca- anlatıyor:
“Arenada, bütün şövalyelerin aşık olduğu ve evlenmek istediği harikulade güzel prenses kral babasıyla birlikte oturuyor.
Borazanlar çalıyor ve aslanlar çıkıyor arenaya, kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar.
Prenses zarif ellerini saklayan uzun eldivenlerden birini çıkartıp, aslanların arasına atıyor.
Ve dudağındaki o şımarık kıvrımla buyuruyor:
‘Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim.’
Müthiş bir sessizlik oluyor, herkes susuyor bir anda.
Bir şövalye diğerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır inmeye başlıyor, parlak çizmelerinin çıkardığı adım sesleri tek tek duyuluyor.
Arenaya giriyor, aslanlar hareketsiz ve şaşkın, bu cesur şövalyeye bakıyorlar.
O hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene adım sesleriyle taş merdivenleri çınlatarak çıkıyor.
Eldiveni prensesin kucağına bıraktıktan sonra, kendisine hayranlıkla dönen prensese bir kez bile bakmadan yürüyüp gidiyor.”
Altan ardından, Nietzsche’nin “Tanrı ve insanları deneme” sözlerini hatırlatıyor.
İnsanları deneme…
Denersen, mahcup olursun.
Yaşar Sökmensüer-edebiyathaber.net (28 Ağustos 2018)