Öyküde yeni duyarlılık alanı: “Espas”
Selma Sancı’nın Espas’ta yer alan öykülerini okurken, Refik Durbaş’ın Hücremde Ayışığı’ndaki şiirlerini hatırladım bir ân.
Yaşanan bir zamanın duyarlılığını yansıtması açısından etkileyici şiirlerdir bunlar. Şairinin duygu tınısında, şiirinin izleklerindeki hayatın akışına uzandığınızda yaşadıklarının izdüşümü ile tanıklık ettiği zamanın ruhunun şiirinin debisinde nasıl yer aldığını gözlersiniz. “İyi edebiyat”ın, her zaman, hayatın akıp duran seyrinden/yansılarından beslenerek var olabileceğini düşünürüm.
Bir yazarın/şairin yazınsal yolculuğunda “ilk”i kurması her zaman zordur. Özyaşamdan izlersiz bir “ilk metin” pek düşünülemez. Bundan şairin/yazarın kendi öyküsünü anlattığı da anlaşılmamalı elbette. Oradan süzülenlerden, yani yaşamdan yaşam çıkararak bir anlatı kurmaktır aslolan. Bir anlatıcıyı bunu kurma çizgisine getiren duygu/birikim önemlidir. Çünkü her anlatıcı kendinden öncekilerin bıraktığı yerden başlamayı bilir, bilmelidir de. Yinelemelere, taklitlere düşmemek için ön bellek kaçınılmazdır anlatıcıya. İşte bunu başardığında parıltısını edebiyata taşır ki bu da bir zaman sonra ondan bekleneni yükseltir. Çünkü işte o başlama noktasında hayata ve yazıya dair söylediği şeyler yeni söyleyecekleri için bir tür “vaat” niteliğindedir.
Hayattan giderek uzaklaşan bir edebiyatın varlığını sürdürmeye çalıştığı bir dönemde yazıyla edebiyatı buluşturan öyküleri bize sunan Selma Sancı’nın yazdıklarını bu anlamda önemli buluyorum.
Onun, zamanın ruhunu yansıtmasında öne çıkan en temel olgu, hayatın akıp duran seyrinde insana dair gerçeklikleri bir derleyici/düzenleyici gibi değil, hikâye anlatıcısı kimliğiyle yansıtması, doğal akışı içindeki hayatın gerçeklerini taşıyıcı kılan bakışındaki duyarlılıktır.
Yayınevinin sunumunda her ne kadar “roman” dense de Espas bir roman değildir. Birbirine ulanan öykülerin aralarında bazı tematik yakınlıklar vardır. Çoğu öyküde hikâyesi öne çıkan Nebile, Nesrin ve Tahir, öykülerin gezinen, yarı hayali/yarı gerçek kahramanlarıdır. Biz anlatıcının gözünden ve yazılan bazı mektuplardan izleriz bunların neler yapıp ettiklerini.
İlk ânda okuru yansıtılan dünyadan uzaklaştıkça başka şeyler söylemeye yönelen anlatıcı, asıl bilip ettiği çevre/iş ve uğraşılar içindeki insan gerçekliklerine dönünce asıl başarılı anlatım tutumunu öne çıkarıyor.
“Roman olsun” kaygısı anlatıcının yer yer tutuk olması, ikilemde kalması, hatta asıl anlatacağı öykülerden uzaklaşmasına neden olmuş olabilir. Ama gerçek şu ki ne kurgu ne yaratım süreçlerinin buluşma noktasında roman duygusunu veriyor bize Espas.
Aslında Selma Sancı, adlandırmasa da, “12 Eylül” öncesi ve hemen sonrası dönemin yansılarından yola çıkarak, o günlerin “tutunamayan insan”larının hayat aralıklarında yaşadıklarını göstermeye çalışıyor bizlere. İnsanın hiçleştirilme öyküsü sürüklenen hayatların yansıları… İğretilik, tutunamamışlık, savrulmalar, karşılaşmalar… Yer yer 1980’lerin Türkiyesi’nde, büyük kentin ara sokaklarında süreduran hayatın/çalışma koşullarının, insan ilişkilerinin iğreti yanlarını gösteriyor, o “küçük insan”ların tutunma öykülerini dillendiriyor, Sancı. “Atölye”, “Trase” bu anlamda başarılı öykülerdir.
Alacakaranlığa teslim olan bir ülkenin seyri “Buluşma”nın ruhuna yansıyor:
“Semtler, okullar, kahveler ikiye bölünmüştü, fabrikalarda bile kutuplaşma yaşanıyordu. Sokaklarda kimlik kontrolleri her gün biraz daha sıklaşıyordu. Polis öğrenci evlerine baskınlar düzenliyordu…”
Kitapta yer alan öykülerin adları hem o ruhu hem de anlatıcının duyarlılık evrenini yansıtır bir bakıma: “Endişe”, “Bildiri”, “Harman”, “Atölye”, “Trase”, “Buluşma”, “Tashih”, “Muhasebe”, “Tahsilat”, “Yolcu”, “Mektup”, Gün Sonu”, “Posta Kutusu”.
Kitabın açılış öyküsü “Endişe” şöyle başlar:
“Posta kutusunun anahtarını daha vapurdan inmeden eline almıştı. Postanenin geniş, mermer basamaklarını bir koşu çıktı. Kanatlı kapısını iterek içeri girdi. Soluk soluğa kalmıştı, ağzı kurumuştu. Yağmuru da soğuğu da unutmuştu.”
Öykünün ritminde, ilk sezinletici izlerinde vapurdan endişeyle postaneye koşar adım gidenin gölgesi kesilirsiniz bir an. Nebile’nin bu kaygılı duruşu/bekleyişi/yaşayışı kitabın tüm öykülerinde yer yer öne çıkar. Sadece Nebile değildir, bir anlatı kahramanı olarak gezinen her bir öyküde. Birbirine ulanarak akan öykülerin yansıttığı gerçeklikte birçok başka hayatın yüzünü de gözleriz.
İşte o savrulan, tutunamayan her bir hayatın sürüklenişine ayna tutar anlatıcı.
Bir yerde şunu söyletir anlatıcıya: “Oysa herkesin bir tutunamayış, bir kaçış öyküsü vardı.” (s. 60)
Sancı, öykülerinde, insanlık durumlarının anlık fotoğraflarını çekiyor. Yer/zaman/mekân birliği, neredeyse ortak atmosferler ve gerçekliklerin birbirine ulanan seyri o fotoğrafların anlamını daha da netleştiriyor. Ama hiçbiri anlatısını roman katına erdirmiyor.
“Tashih”te, onca işte gezinen Nebile’yi bu kez öykü yazar konumda buluyoruz. Bir matbaada çalışmaktadır. Sancı, bazı öykülerinde (“Trase”, “Tashih”, “Tahsilat”, “Mektup”, “Posta Kutusu”) mektuplara yer vererek çerçeve öykü yaratmakta, gerçeklikleri yansıtılanları başka boyutlarıyla tanıtmaktadır, ama görünen o ki bunca yoğunluk anlatımını zayıflatmaktadır.
Kimliksizleşen, aidiyetini giderek yitiren bir Türkiye’den insan manzaralarını pastel renklerle çizerek anlatan Selma Sancı’nın daha cesurca şeyler yazacağının ipuçlarını veriyor bize Espas. Ama bunların ne olacağına eminim ki ele alacağı konular karar verecektir. Çünkü Espas’ın bize taşıdığı öyküler o kapıyı aralıyor, yazarına da ikircikli olmama uyarısında bulunuyor. Çünkü yakalayıp yansıttığı duyarlılık öykücülüğümüzün giderek uzaklaştığı, oysaki kavuşması, daha da derinleşmesi gerektiği bir alan. Sanırım bunları göz önünde tutarak yazacaktır bundan böyle Selma Sancı.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (23 Nisan 2013)