Herkes yazdığı kitabın kahramanı olmak istiyor!
Bir önceki romanı Serenad üzerine eleştirimi beğenmemişti Zülfü Livaneli. İki ileti göndermişti ardı ardına; romanını Yaşar Kemal ile Talat Sait Halman’ın beğendiğini söyleyip Flaubert’e dair değinime de gönderme yaparak kırgınlığını belirtmişti.
O alınganlığına tepki vermeden, hiçbir önyargıya kapılmadan Kardeşimin Hikâyesi’ni okumaya yöneldim. Romana dair düşüncelerimi de not ederek yol alırken, Livaneli’nin Ayşe Arman’la söyleşisi çıktı karşıma. Duraladım, söylediklerine kulak verdim, şunları çizip işaretledim:
“Ama ben burada, ‘karasevda’yı anlatıyorum. Yani trajik aşk, onsuz olamamayı, nefes alamama halini, bir varlığın öteki varlık içinde erimesini, her türlü hakarete, aşağılanmaya rağmen vazgeçememesini, egoyu yok etmeyi, intihara veya cinayete sürüklenmeyi…”
“Yıllardır hikâye içinde hikâye anlatma geleneğinin başyapıtı ‘Binbir Gece’ye özenirim. Doğu tarzı bir şeyler yazmak isterim. Galiba bu post-modern romanda, isteğime bir parça yaklaştım.”
“Tedirgin. Pusulasız bir gemide fırtınaya tutulmuş gibiyiz. Hepimizin başı dönüyor. Ülke bir yere doğru hızla sürüklenmekte ama nereye? Acaba bilen var mı?”
“Çünkü kurnaz ve kendini koruyabilen bir insan değilim. İçimden geldiği gibi davranıyorum, hesapsız konuşuyorum. Hiçbir zaman stratejim, bir kariyer planım olmadı. Koruyucu bir zırh da yok üstümde.”
Ahmet Altan, son romanı Son Oyun üzerine ne konuşuyor ne de demeç veriyor, ısrarla susuyordu. Doğru bir tutumdu onunkisi, çünkü romanının kahramanı bir romancıydı ve romanın sonuna kadar konuşan/anlatan oydu. Altan, bu kez, okur(u) ile roman(cı) arasına girmek istemiyordu.
Hasan Ali Toptaş ise Heba’da söyleyeceklerini söylemesine karşın, eleştirmenlerin ne diyeceklerini beklemeksizin romanın yazma sürecine ve içeriğine dair yöneltilen sorulara kayıtsız kalamıyordu.
Vitrinde olmak, hiç de görünmek istemeyen bir romancının çekelenip ille de orada ol denmesine boyun eğişini anlamakta zorluk çekiyorum doğrusu!
Bir gün, bir konuşmamızda, ünlü bir sosyolog dostum şöyle demişti:
“Hepimiz popüler kültürün bir parçasıyız. Bunu yönetenlerle iyi geçinmemiz gerekir, yoksa bir ânda sizi silip yok eder, görmezden gelirler, unutulursunuz…”
Bu kendine dönük bir tespit, bir o kadar da eleştiri ve mevcut duruma ayna tutmaktı aynı zamanda.
İki usta romancının dünyasına ayna tutan, bize Latin Amerika edebiyatının varoluşsal gerçekliğini de benzersiz biçimde, ilk elden anlatan Gabo ve Mario kitabını okumam da tam bu romanları okuma günlerime denk geldi.
CERES’teki “Roman Dersleri”mde didiklediğimiz E. M. Forster’ın Roman Sanatı ve Mario Vargas Llosa’nın Genç Bir Romancıya Mektuplar’ı aslında günümüz edebiyatında yazılan roman(lar)ın ne olduğuna dönük çok iyi ipuçları da vererek ayna tutuyordu bizlere.
Üstelik Altan’ın Son Oyun’u ile Alessandro Baricco’nun Mr. Gwyn’ini karşılaştırınca gözlediğimiz, günümüz romancısının romandaki (anlatım biçimi açısından) arayışı, roman sanatını sorgulama bilincini göstermesi açısından kayda değer iki örnekti.
Bir “fikirden hareket”le kahramanını yaratan romancının süregelen anlatı sanatına itirazları vardı. Bunu da açıklıkla okuruyla paylaşma cesaretini gösteriyordu.
Bunu pek göze alamayan Philip Roth, kurmacayı bıraktığını açıklıyordu. (Bir sonraki yazımda buna değineceğim.)
Gelin görün ki Altan istisna, bizdeki romancılar halen yazdıkları romanı açıklamaya çalışarak asıl “kahraman”ın kendileri olduğunu ima ediyorlar!
Eminim ki kendileri de biliyorlar, popüler kültürün onları kahraman yapmak istediğini.
Giydiği giysiden yemek yediği yere, yaşadığı kentten oturduğu mekâna, hobilerinden aşklarına, okumadığı yazarlardan sevmediği insanlara dair bilgileri dizim dizim “izleyici okur”lara sunarak, hatta reklamlara konu kahramanı yaparak o “kahraman”a insanları (hele de yazıp edenleri) özendirerek ”medyatik romancı” imajı yaratmak isteklerine bu kişilerin hiç itirazı olmadığını anlıyorsunuz.
Bir “imaj maker” ın denetimi ve gözetiminde, gene popüler bir fotoğrafçının çekimleriyle gazete ve dergi sayfalarına yansıyan fotoğraf kareleri romanın asıl kahramanı romancıyı anlatmak için okura sunuluyor.
Bir “kurban” gibi buna boynunu uzatan romancının bakışlarındaki kaygıyı çok iyi anlıyorsunuz.
Hatırlarım, yakın bir dostum da olan, namlı bir kadın romancımız; bir medya grubunun yayınevinde yayımlanan romanı için, gene aynı grubun televizyon programına çıkarken (yapımcının isteği üzerine) saç modelini, giysi biçimini ve rengini değiştirmek zorunda kaldığını anlatmıştı.
“Neden?” diye sorduğumda:
“Roman çok basıldı, çok reklam yaptılar, nasıl satılacak bu kitap…” diye başlayan uzunca bir yanıt vermişti.
Latin Amerika romanının/romancısının bize öğreteceği çok şey var, bence!
Angel Esteban ile Ana Gallego’nun kitabı Gabo ve Mario öteden beri var olan bu düşüncemi daha da pekiştirdi demeliyim.
Kendi zamanlarının ruhunu, ülkelerinin gerçekliğini, tarihsel kültürel birikimlerini romanlarına taşıyan Marquez, Llosa, Fuentes, Cortazar hem öğretmeye hem de yol göstermeye/ayna tutmaya devam ediyor, bence!
Çağdaşı ve dostu Marquez’i anlamak ve kendi romancılığını geliştirmek için iki yılını verip Gabrel Garcia Marquez: Bir Tanrı Katilinin Hikâyesi adlı tezini yazan Llosa’ya şapka çıkarmak gerekiyor.
Adanmış bir yazarın/romancının ne anlama gelebileceğini, neleri/nasıl ürettiğini; romanının önüne geçip ‘Bakın bunu ben şunun için yazdım’ deyip bir ‘kahraman’ edası takınan romancının halini/romanını, bunun neden/niçinini başka bir yazıda konuşuruz sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (21 Mayıs 2013)