Kutsanan anlatı: Roman
Philip Roth’un roman yazmayı bıraktığını öğrendik yakın zamanda. New York Times’taki bir söyleşisinde, son romanı Nemesis’i yayımladıktan sonra artık kurmaca yazmayacağına karar verdiğini açıkladı.
Kendince bir sorgu sürecini yaşar. Yetişmesinde etkisi olan yazarları yeniden okumaya döner, kendi kitaplarını okur ardından da.
Bir yerde de, artık gücünü yitiren yazarın yazmaması gerektiğini imler.
Gelip durduğu yerde şunu söylemeyi de göze alır:
“Kurmacaya erişebilmek için kendi hayatımı bir nevi sıçrama tahtası gibi kullanıyordum. Yazmaya başladığımda, ayaklarımın altında sağlam bir zemin olması lazım. Fantezi adamı değilim ben. Tramplende bir ileri bir geri gidip kurmaca havuzuna atlıyorum. Ama yazıya hayat pompalayabilmek için kendi hayatımdan yola çıkmam gerekiyor.”
Yazmak bir şeyleri göz almaktır. Hatta bazı şeylerden vazgeçmektir. Adanmaktır da diyebiliriz. Kendi zamanınızı kuramadığınızda da bu alanda yol almanız pek mümkün değil.
Roth’un o söyleşide imlediği bir başka şey daha var; “Romanın öldüğüne inanmıyorum. Ben okurun öldüğünü söylüyorum.”
Roman, insanlığın en önemli edebi keşiflerinden biridir bence! İnsanı ve toplumu anlatmada bu denli etkileyici bir başka edebi tür yok.
19. ve 20. yüzyılları romanın yüzyılı olarak adlandırmak gerek. Bilim kendi alanında önünü açarken roman da yeni keşiflerdeydi.
Balzac, “İnsanlık Komedyası”yla modern romanın kuruculuğunu yaparken insan-insan, insan-toplum ilişkilerine bakışta yeni bir söylem geliştirmişti:
“Toplumu bütünüyle kâğıda aktarırken, onu sonsuz kıpırtıları içinde kucaklarken, şu parçanın kötülükleri iyiliklerden daha fazla sergilediği, freskin şu bölümünün suçlu bir grubu gözler önüne serdiği olur, bu kaçınılmazdır; ne eleştirmenler ahlaksızlık yaygarasını basarlar; o bölümle yetkin bir karşıtlık oluşturmak üzere kaleme alınmış bir başka bölümün ahlaka uygunluğunu da ortaya koymaksızın yaparlar bunu. Eleştirmenler, yapıtın genel planını bilmedikleri için onları hoş karşılıyordum; hem eleştirinin önüne geçilemeyeceği, hem de insanların görüşlerini bildirmeleri, konuşmaları ve yargıya varmaları engellenemeyeceği için. Ayrıca, benim için tarafsız olma zamanı henüz gelmemişti. Zaten, eleştirinin yakıcı ateşini göğüslemeyi kabullenmeyen bir yazarın yazmaması gerekir, tıpkı yola çıkan bir yolcunun yolculuğunu hep açık havada yapmaya bel bağlamayacağı gibi.”*
Romanın ve romancının yolculuğu o gün bugündür bu seyirde sürmektedir. Öncü edebiyatın rolünde roman hep başat bir anlatı olarak etkinliğini korumuş; üstelik yeni okur/yazar yetiştirmede, toplumu aydınlatmada işlevsel olmuştur.
Philip Roth’un çıkış noktasındaki “kendini vermek”/”kendi hayatından yola çıkmak” bir şeyleri göze almayı içerir ki bu bir bakıma Balzac’ın altını çizdiği gerçeklikle de buluşur.
Günümüzde, deyim yerindeyse, sosyete ve reklam yazarlığını seçenlerin oluşturdukları kast, romanı kutsanan bir anlatıya dönüştürme çabasının bir ürünü değildir aslında. Onlar, romanı kullanarak kendilerine romancı kimliğini vererek kendilerinin ve yazdıklarının kutsanmasını istiyorlar; vitrinlere çıkıp durmaları, yazıp ettiklerini anlatmaları bundandır.
Kendi payıma, romanın işlevinin, halen Stendhal’in söylediği gibi topluma tutulan bir ayna olduğunu düşünmekteyim. Bu, elbette günümüzde de Stendhal’vari romanlar yazılmalı anlamına gelmiyor. Stendhal’i bilmeden roman yazılamaz, evet, ama zamanımızın ruhu kendi roman biçimini yaratarak bu ayna tutma işlevini sürdürür. Bunu yapan romancıların da azımsanmayacak bir birikimle yeni edebiyatımızda var olduğunu söylemek isterim.
İşte bunlardan ikisi: Ahmet Altan ve Hasan Ali Toptaş. Şimdi onların romanlarından, romancılıklarından söz etmenin zamanı geldi sanırım. Her iki romancı da bize, romancının neyi/nasıl anlatması gerektiğine dair şeyler yazıyorlar. Amaçlarının; sadece romanın ne denli kutsanası bir anlatı biçimi olduğunu göstermek değil, romanın her çağ insanının hayatını yansıtmada ne derece etkin olduğunu bir kez daha gözler önüne sererken, giderek parçalanan dünyamızda artık bu anlatıcıların nerede durup yazması, neleri anlatması gerektiğini de bizlere hatırlatmak olması kayda değerdir.
Bundan böyle sözümüzün başlama noktası da burası olacaktır sevgili okurum.
________
* Honore de Balzac: Romancının Evreninde Sahneler, Haz.: Mehmet Rifat, 2007, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 339.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Haziran 2013)