Bugünün yazılan romanı
Benim “edebî hoppalık” diye nitelendirdiğim örnekler günbegün çoğalıyor edebiyat ortamımızda.
Yazılan bir kitap hemen bir gösteriye dönüştürülüyor. Kitabı yazan ön plana çıkıp bu gösterinin âdeta şovmeni olarak kitabını sunuyor, anlatıyor, pozlar veriyor.
Edebî olmayanları anlarım da, edebiyat yaptığını söyleyenlerin böylesi bir gösterinin parçasına dönüşmelerini ancak “edebî hoppalık” olarak nitelendirebilirim.
Sanırım akıllardan geçen şudur: Bir kitap ancak böyle pazarlanabilir! Günümüzde pıtrak gibi bu tarz yayıncıların ortalığı sardığı gerçek. Bu türden hoppalıkları medyanın kısa tarihinde de gözleriz. Merak edenler açıp Amiral Battı’da Can Ataklı’nın itiraflarını okumalılar.
“İyi edebiyat”ın böyle bir şeyi kaldıramayacağının farkında olamama hali… Olunsa da buna dudak büküp yeni bir yolu seçmek, yani “edebî hoppalık” artık günün modası.
Gazeteci Ece Temelkuran’ın, yeni romanı Düğümlere Üfleyen Kadınlar daha okura ulaşmadan, kendi mahallesinin, akrabalarının vitrinlerinde yerini alıp romanını anlatmaya başlaması; bir foto-model edasıyla henüz okurun kapağını bile açmadığı romandan söz edip durması bir “edebî hoppalık” örneği.
Bu tanımı ilkin Balzac 19. yüzyılda kendi zamanının edebiyat ortamında gözlediklerine bakarak yapmıştı. Ortaya düşüp yazdıklarını pazarlayanları kibirli olmayan bir dille böyle eleştirmişti. Çünkü o da biliyordu ki “iyi edebiyat”ın buna hiç mi hiç gereksinimi yok. Göz ardı edilen Stendhal’in Parma Manastırı üzerine yazması da “iyi edebiyat”a olan bakışının yansımasıdır aslında.
Gelelim günümüze, sözünü ettiğim yazara…
Dört gazetede ardı ardına yayımlanan söyleşilerdeki sorular kitabın (sorucu tarafından da) okunmadığını, yanıtlar ise yazarın nasıl bir “edebî hoppalık” içinde olduğunu gösteriyordu.
Soru: “Kitabınızın adı Düğümlere Üfleyen Kadınlar. Nasıl koydunuz bu adı?”
Yanıt: “Kitabın adını ben değil, karakterlerden biri Madam Lilla koydu.”
Bir adım sonrasında ise yazar romanının şifrelerini veriyor:
“Bu sistem içinde kendini yalnız hisseden kadınlara ve onları seven, sevmek isteyen erkeklere yazılmış bir kitap bu. O cesareti göstermeye kalkan erkekleri bir nevi kullanma kılavuzu.”
Sonra bir cümle:
“Romanda kafası karışmış ülkelerde yaşayan kadınlar var.”
Anladığımız şu ki: “Kafası karışmış ülkeler” yazarımızın dilimize taşıdığı yeni bir kavram! (Daha önce Bütün Kadınların Kafası Karışıktır’ı yazdığını da hatırlatırım burada).
Bu ülkeler de şunlarmış: Tunus, Libya, Mısır, Lübnan… Sanırım Suriye’ye yazarın nefesi/anlatısı henüz yetmemiş. Türkiye ise nasibini almamış bu kafa karışıklığından! Gene de bir işaret veriyor yazarımız:
“Hiç adı geçmese de çok yerde Türkiye var.”
Şifrelerse devam ediyor:
“Romanı yazdıktan sonra fark ettim ki bu roman sadece bir kadının değil bir ülkenin de nasıl sevileceğine ilişkin.”
Soru: “Siz de varsınız değil mi romanda?”
Yanıt: “Ben de varım evet. Ama ben zannettiğiniz o kişi miyim belli değil ya da başka bir deyişle o benim ama siz bunu ispatlayamazsınız.”
Biz yazarın kafasının karışık olduğunu düşünürken, şöyle bir söz ediyor hemen:
“Erkek romancılara sorulmuyor böyle sorular. Hep kadınlar didikleniyor. Cevap verince de ‘Kendinden çok bahsediyor’ deniyor. Bu iki taraftan çeken varoluş vakumu yüzünden aptala dönüyor kadın yazarlar. Pornografik bir merak bu. Merak edilmemeyi bekliyor değilim ama merak giderilmediğinde de bu kadar hırçın olunması beni şaşırtıyor.”
Böylece adım adım yazarın algısını da öğrenmiş oluyoruz. Bu kez metnin algısına nasıl kapı aralayacak diye merak ediyoruz ister istemez.
Soru: “Daha önce yazdıklarınızdan değişik bir metin bu. Neden?”
Yanıt: “Kendimle ve hayatla ilgili yeni şeyler keşfettim çünkü. İnsanın kaderini seçebileceğine inanıyorum artık.”
İşte size, metni/yazarını anlamaya dönük bir soru:
“Nasıl bir kader seçtiniz?”
Yanıt: “İçimde bir tanrıça var. Kitabı okuyan kadınların da içlerindeki tanrıçayı bulmalarını istiyorum. Her şeyi yapabiliyoruz ama en önemli sorunumuz yalnızlıktan mutsuz, güçsüz hissetmemiz.”
Romanın şifresiyle birlikte anlatıcısının da şifresine böylece erişmiş bulunuyoruz.
Bugüne değin okumadığım hiçbir kitap üzerine yazmadım, Temelkuran’ın bu kitabı hariç. Burada günümüzde sıklaşan bir tutuma dikkat çekmek için, onun öne çıkıp kitabını sunuşunu eleştiriyorum.
Gezinmesi gereken edebî mecra yerine başka bir sokağa sapıyor bugünün yazarı. Ya yazdığına güvenmiyor ya da yazıyı araç kılarak kısa sürede ünlenmek, çok para kazanmak istiyor.
Önlerinde iki yakın örnek; Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk dururken neden başka kötü örnekleri kendilerine reva görüyorlar. Yazmanın çalışmak, bilmek, kendi kıyısında kozasını örmek olduğunu göz ardı ediyorlar… Ama burada Temelkuran’a bir önerim, Ernest Hemingway’in “buzdağı ilkesi”ni tez elden öğrenmesi…
Neden derseniz? Okurun bilmemesi gerekenleri sayıp dökmenin, yazdıklarınızın şifresini vermenin bir anlamı yok. Yazmak yaşayıp ettikleriniz, okuduklarınızdan süzerek metne taşıdıklarınızdır. Eğer bunu beceremiyorsanız bir sözcük yığıntısı getirir koyarsınız okurun önüne. Orada siz dâhil her şey vardır ama yazdığınız “iyi edebiyat” değildir.
Açıyorum romanın ilk sayfasını, beni karşılayan şu cümlenin; “Gazetede işimden atılmışım. Tadım yok…” ardından gidip gidemeyeceğimi belirleyecek yeni cümlelere uzanıp okumaya yöneliyorum Temelkuran’ın romanını.
Bu yazıya, romanı okuyup tamamladığımda devam edeceğim sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (26 Şubat 2013)