Zamanın Ruhunu Yansıtan Anlatıcı
“Açık yazar” tanımını Italo Svevo için yapmıştı Eugenio Montale.
Üçlemesine (Hayat İşte, Yaşlılık, Zeno’nun Bilinci) dönük belirlemesinde de “yazarın içinden geçtiği zamanın” yansımalarını içeren tematik özelliklerinden söz eder.
Yer yer dıştan içe dönerek yarattığı karakterlerin ruh durumlarına bakar Svevo. İlişkilerin sürüklendiği yer ve ortamdaki biçimlenişi; bunlardan etkilenen roman kişilerinin iç yalnızlıkları sorgulayıcı biçimde dillendirilir.
Svevo, çağının bireyinin ruh durumlarını/ruhsal sanrılarını yaşadıkları kentin (Trieste’nin) çoğul kültür ortamında nasıl bir seyir izlediğini yansıtarak zamanının ruhuna dönük incelikli belirlemeler yapar.
Montale’nin “içinden geçtiği zaman”a bakış dediği de budur aslında.
Bir yazar, bunu, salt olaylara; olup bitenlere bakarak, bunları çetele tutarcasına yansıtarak yapmaz.
Hayatın kıyısında duran insanın varoluşuna, bu varoluşun biriktirilen öyküsüne yüzünü dönerek bu ruh durumunun tanıklığında da gerçeğin dilini kurabilir.
İlk anlatısı Kambur’u 1992’de yayımlayan Şule Gürbüz, öylesi bir yazar; yani olayların çetelesini tutmaktansa, yaşanan zamanın içine dönük bakışla, çizdiği karakterlerin dünyasını derinlikli bir biçimde yansıtmayı önceler.
Bir yol izleğinde yürüyen “Kambur”un dışa açılan dünyasından görünümlerle aklının uçlanımlarındaki düşünceler, düşler, düşlenimler dizilenir ardı ardına bu ilk anlatıda. Bir sözün, bir düşün ardındadır. Hem içtedir hem de dışta. Gerçeküstücü bir dilin kuşatımında kurulan dünyanın kahramanının yaptığı çılgınlıklar bir bir uslamlanır. Hal ve gidişinden düşünceler gelişir. Türevlerini alır, taşır anlattığı kendi hikâyesinin diline:
“Sanırım yaşayabilmenin bir yolu da, kötü alışkanlık denip yaka silkilen şeylerden kendinize uygun olan birine saplanmak, bir şeyin tiryakisi olmaktır. Yaşamınızı kolaylaştırdığı gibi ölümünüzü de yakınlaştırır. Başkalarını da alıştırabilme gibi bir eğlencesi; alışmamakta direneni, dolaylı yoldan zehirlenmenin oyalamasıdır.”
Anlatı süresince karşımıza çıkan geçişlerde o bilinç karmaşasında buna eş düşlemler süredurur. Anımsananlar onda kalan, iz bırakanlardır. Ve yaşamda, yaşantıda “acı olan”lar… Tutkuya dönüşen isteklerin sonsuzluğuna dalmak… Kaçış, kayboluş… Kendinden söz edişte ise şaşırtıcı bir söylem kurar. “Yaşama devam ediş” sürecinde saplanılanlar, “yaşamın uç noktası”nda gelinen yerde hayata, kendine bakış, o buzul dünyadaki delirium hallerinin yansıdığı satırlar…
Kambur’da, Şule Gürbüz, “abstre” bir öykücü kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Çizilen, gerçekliği dile getirilen “kambur” kimliğinde simgeleşen(ler); söze dökülenlerdeki humorist bakış, yaşamdaki çelişkilere, olup bitenlere, sıradanlıklara “asi”liği, muhalefeti içerir.
O, “nereye baksam, yaşamım değil gördüğüm” derken; yaşamın dışında olanlarla, o konuma indirgenenler arasındaki git gel, benzeşme, ayrışma ve çekişme durumlarından söz eder.
“Ben dünyaya olup biteni hayretle izlemeye ve şaşırmaya gelmişim–durmadan şaşırmaya…” derken de; şaşırtıcı düşüncelerin yaşamlara yük olan “oyunbozan”lığını dillendirir. İşte oradaki asi duruş algısı, ufalanan bireyin sanrılı dünyasına yansımaların dile getirilişi kapalı bir metnin örgüsü gibi görünse de; her yanıyla açık bir yazarı muştuluyor bize bu metin. Topluma, bireye, yaşanan durumlara bakışın yeni dilini örmedeki açıklık da diyebilirim buna.
Şule Gürbüz’de, Svevovari bir bakış, kavrayış görüyorum. Ardından gelen iki kitabı Zamanın Farkında ve Coşkuyla Ölmek’te yer alan anlatılarında kendi bireyimizin varoluşuna, kendi olma hallerine bakıyor.
Akkor anlatıcılar safında yer alıyor demeliyim hemen. Sait Faik, Oktay Akbal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener, Leyla Erbillerle kurulan “yeni edebiyat”ın günümüzde geleneğe dönüşmesinin en güzel örneğidir Gürbüz’ün anlatıcılığı. Onların getirdikleri yerden alıp kendi zamanının ruhunu katarak yepyeni bir dil örgüsü, anlatım biçimi kurarak yapıyor bunu da.
Hayatın soluk alan yüzü, insan gerçekliğinin sıcaklığını buluyorsunuz anlatılarında. O, giderek, kendi anlatı iklimini, dil coğrafyasını kuruyor. Kendine özgü bir duyarlılığın zamanında yürüyen bir yazar olma umudunun ötesinde, usta işi metinler kurduğunu söylemeliyim.
Kendinde olan, kendinden geçen insanın öyküsü… Yaşanan ilişkiler, var olunan ortam, edinilen uğraşılar, savrulmalar ekseninde bir varoluş öyküsüdür onun anlattıkları. Yaşamın, yaşanan kültürün izleri…
Daha çok uyumsuzluk ve tutunamama halidir onların ruh durumlarını belirleyen. Ve Gürbüz, bir ruh arkeoloğu gibi o dünyalara fenerini tutar. Karanlıktan çıkıp yüzümüze vuran ışık bize şunu söyletir sık sık: “İnsan nedir?” İşte anlatılarında bu soruyu sordurmayı başaran biridir Gürbüz.
İnsanın gölgedeki izlerini toplar âdeta ve oradan zamanın ruhunu yansıtan bireyi çıkarır karşımıza. Her şey vardır o dünyalarda; bir tür toplumun ruh, gen haritası, yaşama ve algılama biçimleri… Her biri zaman zaman birer tragedya kahramanı gibi durur ötemizde.
Parçalanmış bir dünyanın seyrindeki “huzursuz insan”ın arayışını, bir o kadar da o sanrılı duruşun, yaşayışın yansılarını dillendirir.
Masumiyet çağını yitiren bir toplumun eteklerindeki bireyin varoluşsal sanrısı… Öteden beri toplumda yaşanan ikilem (Doğu-Batı açmazı, İlericilik-Gericilik algısı) bir bakıma onun anlatılarının karakterlerinde vücut bulur.
Toplumun olamama (büyüyememe, çocuk kalma da denebilir) derdinin asıl nere(ler)den başladığına işaret eder, her bir anlatısındaki kişiler ve onların gerçeklikleri üzerinden yansıtılan izlekler.
Şablonlarla kurmaz anlatılarını Gürbüz. İyi bir hikâye anlatıcısının iç sesi, bakışı, algısı ve dünyayı, zamanı okuma bilgisi onun iç duyumu olarak metinlerine yansır. Öyle ki Kambur’u bir açılış anlatısı olarak görürüm. Ardından gelen beş anlatılık (“Müzik Hocası”, “Cansın”, “Mezarlıktan Geçiş”, “Mutfak”, “Zamanın Farkında”) Zamanın Farkında bellek anıştırmalarıyla başlar; “kendi hayatım başkasının gibi geliyor” diyen bilinç bulanıklığındaki anlatıcı-kahraman, bir zaman sonra kendi hikâyesinin içinde gezinen, gören, bakan ve sızılanan biri olarak kurduğu metnin sürüklenen, akan zamanına ayna tutar.
Tutunamama, iğretilik, olamama hali… Kaçışın, sığınışın, hayatın ufaladığı bir dönüşümün öznesi kılınan hali gözleriz onun öyküsünde.
İçte ve dışta olan biten her şey o büyük dönüşümün arenasında filizlenen birey olma halinin ne olduğuna dönük birer anlatıyı çıkarır ortaya.
Coşkuyla Ölmek’teki anlatılarda da (“Ruhuna Fatiha”, “Akılsız Adam”, “Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi”, “Rüya İmiş” ) gözlediğimiz budur aslında.
Eksilerek yaşamak… Kendi olma durumunu tutundurma çabası…
Kambur’dan başlayıp “Müzik Hocası”na süren, Aslan Bey’in dünyasında beliren o tutunamama hali, parçalanan dünyanın yansıttığı yoksunluklarla debelenme, günümüz dünyasında yaşananlara dönük önemli belirlemeleri içerir.
Şule Gürbüz’ün metinlerini okurken, ister istemez, Walter Benjamin’in şu sözlerini hatırladım: “Nasıl bir kaya belli bir mesafeden, belli bir açıdan bakıldığında bazen bir insan başı ya da bir hayvan gövdesi gibi görünürse, hikâye anlatıcısının da uzaktan bakıldığında iri, yalın hatları öne çıkar, sadece bunlar görünür.”
İşte bu özellik de ancak iyi hikâye anlatıcılarında beliren bir durumdur. Gürbüz kurduğu, anlattığı her metinde kendini saklayan ama bir o kadar da açık olan anlatıcıdır.
Aslı Erdoğan’ın “kabuk adam”ından, Şule Gürbüz”ün “kabuklaşan adam”ına dönük bir arayışın dilinin kurulmasının yeni edebiyatımızda yeni bir kuşağın söylemi olarak belirdiğinin de altını çizmek isterim burada.
Gürbüz’ün zaman algısı, çağımızın tutunamayan insanına dönük gözlemleri, bunları buluşturup yansıtmadaki anlatıcı tutumu daha çok şey yazdıracak ve üzerinde durduracak gibi. Kendi payıma, ona dair birkaç metin daha yazmayı gündemime aldım bile. Latife Tekin’den sonra yeni edebiyatımızın en parıltılı anlatıcısı olarak Şule Gürbüz’ü selamlamaya hazır olmanızı dilerim sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (26 Mart 2013)