Bir hikâye anlatıcısı: Faruk Duman
Bir hikâye anlatıcısıdır Faruk Duman. Onun ilk öyküsünü Erdal Öz okumuştu bana. Tıpkı Suzan Samancı, Jale Sancak’ın öykülerini okuduğu gibi.
Erdal Öz hem şefkatli bir yayıncıydı, hem de “iyi yazar”ı/ “iyi edebiyat”ı bulup çıkaran bir edebiyat insanıydı.
Sanırım dosya önüne yeni gelmişti. Her ay birkaç kez uğradığım Can Yayınları’ndaki odasında, heyecanla, Faruk Duman’ı tanıyıp tanımadığımı sordu. Ankara’da tanıştığımı, ama öykülerini okumadığımı söyledim.
“İyi öyleyse,” dedi, ”dinle bakalım şunu,” diyerek de Sevgilimin Kır Atı’ndan bir bölüm okumaya başladı.
Onu dinlerken, okunanın bir metin/öykü değil, anlatılan bir hikâye olduğu sanısına kapılmıştım bir ânda.
Sözlü geleneğin ritmi, anlatımdaki çeşitliliğinden süzülerek gelen çarpıcı imgelem ve olağanüstü bir anlatım… Doğayı resmeden bir anlatıcıyla karşı karşıyaydık. Resim bilgisi olan ve de çizen biri, bir anlatıcı olan Erdal Öz; gözlüğünün ardından gülümseyen gözleriyle “Nasıl?” diye sormuş; “Parıltılı bir anlatıcı” yanıtımı alınca da, gene bir fıkra anlatmaya geçmişti.
Benim Faruk Duman’ın anlatılarıyla tanışmam böyle olmuştu. Sonra da her yeni kitabının ilk okurlarından biri olduğumu söyleyebilirim.
Saydam anlatıcı
Saydam bir anlatıcıdır o. Anlatısını katmanlaştırmadan, sözünü dolaştırmadan söylemeyi sever. Yer yer sözlü geleneğin izleri çıkar karşımıza.
Hikâye anlatıcısının edasında, bir imgede, yersel bir öğenin betiminde, doğanın anlatımında gözleriz bunları.
Zaman durağındaki ânlar/anıştırmalar imgesel görüntülerle biçimlenerek öyküsüne yansır.
Anlatımıyla yarattığı görüntülerdeki insan/yer/mekân/doğa belli bir akış ve devinimle bir araya gelip buluşurken, anlatıcı sesini çoğaltan söyleyişini öykünün bütünlüğüne yansıtır. İşte orada karşımıza çıkan anlam, anlatılanın ne olduğu kadar, anlatım biçimin de inceliklerini taşır. Sözünü arındırarak söyler, Duman.
“Yengecin Günlüğü”nün ilk anlatısı “Yolda” şöyle başlar:
“Nasıl rahatım, kaygısızım şimdi, bir ağacın üzerinde uyanıyorum, süzülen ışıkla. Epey yoruldum gerçi, yorgunluğu unutmak ne kolay. Düşüncelerin, kaygıların geçip gitmesi ne kadar zorsa. Belli ki unutmanın da koşulları var, yoksa nasıl rahatlayabilir insan. Geriden kalmış şehirler, gün geçtikçe büyüyor. Bir kız tanıdıydım…” (Av Dönüşleri, 1999, s. 79)
Anlatıcı ses, bir zaman sonra, açılan öykünün saydam yüzünü gösterir bize. Sessizlikte yapar bunu da. Ve göz göz kızı izleriz, ondaki etkilerini/yansılarını. Anlatıcı duru söz’den vazgeçmez.
Hayatın iki ucu, zamanın sarkacı gibi siner öyküye; öncesi ve sonrası. Bellek taşır, varılan yerdeki hatırlama im’i gene o imgeye dönüktür:
“Geldim işte. Senden uzaktayım şimdi. Hem de çok uzakta. Yalnızım.”
İkinci anlatı “Varış” da bu tümcelerle açılır… Yalnızgezer anlatıcının gölgesi ve sesi yansır o saydam anlatıya.
Duman’ın doğaya bakışında da bu saydamlık vardır. Yer yer masal anlatıcısının edasını gözleriz onda.
“Sevgilimin Kır Atı” öylesi bir öyküdür. Üstelik çerçeve öykülerle iç içe kurgular anlatılan zamanı/görüntüleri, yansıtılan gerçeklikler ise doğa-insan yakınlığı/ilişkisinde, hayatın kırda/yabanıl doğadaki sesleri, renklerinde karşımıza çıkanlarla bir ânda bizi masal evrenine taşırlar.
“Ceviz ağacını görünce ister istemez bakıyorum, duraksıyorum da tabii. Başımı kaldırıp dallara, bir öküzün dilini andıran yapraklara göz gezdiriyorum. Ama yağmur yağıyor, o yüzden gözden kaçıyor su, saçlarım burnuma akıyor. Yoluma devam ediyorum ben de.” (Seslerden Başka Sesler, 1997, s. 23)
Anlatıcının bu sesi/bakışı öykünün bütün dokusuna sindiği gibi, sözünü ettiğim gerçekliğin dilini kurmada da saydamlık öğesi olarak öne çıkıyor. Öyle ki; Nar Kitabı’nda bu tarz kendini göstererek, onun anlatıcı sesinin/hikâye anlatıcısının hem dil örüntüsünü, hem duyarlılık alanlarını, hem de gözlemevine yansıyanların renklerini/seslerini/görüntülerini bize taşır.
Aktarıcı anlatıcı
Bir hikâye anlatıcısı olduğu kadar, yer yer aktarıcıdır da Duman:
“Annemin anlattığı hikâyelerin içinde apansız belirip kaybolurdu, Yunus’un hikâyesi.
Topal Yunus’un.
Bununla anlardım ki annem, Yunus’un başından geçenleri tam olarak bilmiyordu.” (Nar Kitabı, 2001, s.18 )
Bu kez, kendi anlatıcısı “eşik” olanı düşler/düşünür, hatta tamamlamaya çalışır.
Duman, buradaki anlatıcı figürünü sözlü anlatıdan modern anlatıya geçişte bir “eşik” olarak kullanır. Anlatısını kısa tutar, buradaki anne figürü ise hatırlanan zamanın taşıyıcısı ve kurulacak anlatının hazırlayıcısıdır. Duman, onun bakışı/anlatısındaki saydamlıktan etkilenerek kendi anlatısının dilini saydam kılar.
Annenin anlatımında bize “gençlik aşkı” olabileceğini düşündüren Yunus’un belirmesi, yeni bir hayatın/düşün başlangıcı olduğu kadar anlatıcı için yeni bir anlatı için “eşik”tir de.
Duman, tüm öykülerinde iki biçime özen gösterir:
* Eşik anlatı
* Çerçeve öykü/ler
Hemen bu öykünün ardından gelen “Köpeğin Hikâyesi” geçişle birlikte, yeni bir çerçeve öyküyü çıkarır karşımıza. Ardından gelenler ise kısa öyküyü, kısa kısa kısacık öykü kılarak, anlatısının nasıl saydamlaştığını gösterir bize adeta.
Bu anlamda Nar Kitabı ustalıklı bir anlatıcıyla yüzleştirir bizi.
Ayak değiştiren anlatıcı
Duman, diğer iki öykü kitabında; Keder Atlısı (2004), Sencer ile Yusufçuk (2009); hikâye anlatıcısının ayak değiştirmesini gösteren örnekleri taşır bize. Âşık edebiyatında halk hikâyelerinin anlatımında kullanılan bir formdur bu.
Çerçeve öykülerden kopmadığı gibi; “eşik anlatı”yı öyküsünün en temel öğesi kılar burada. Masaldan ve halk hikâyesinden aldıklarını yeni bir dile/biçime dönüştürür.
“Ağaç”, “Kayıp” ve “Ormanda Kederle” bunun güzel bir örneğidir ( Keder Atlısı ) .
Sencer ile Yusufçuk, anlatısındaki o saydamlığı bambaşka bir çizgiye taşıyan öykülerden oluşur.
Anlatıcı/lar, bu kez, gören göz/aktaran/yansıtan dil olmanın ötesinde; duygu katmanlarına dikkat çeken bir dokunuşun izi olurlar. Öyle ki; bu kez rüyaların dili/imgesi yansır öykülerine.
Kayıp bir zamanın dilini ortaya çıkarırcasına, doğanın bütün görüntülerini/nesnelerini buluşturur her bir anlatısında.
Anlatıcının içten bakışı egemendir öykülere. Ev, baba, anne figürü; düşlere asılı kalan izler/görüntüler onun dünyasından ağıp gelir her bir anlatıya.
Birbirine ulanan öyküler hem bir izleksel yolculuğa çıkarıyor okuru, hem de bir anlatının diğerindeki izlerini açımlayıcı sözlerini karşılamada uyarıcı oluyor.
“Burç”ta, masal söylemini içkin bir dil/zaman bakışı içinde geliştirerek, İstanbul’un arkaik bir dönemine uzanır, Duman.
Geleneksel anlatı formundan yararlandığı gibi, hikâye etmenin inceliklerini taşır öyküsüne.
Anlatı dünyasının birçok izleği/motifi burada da varlığını gösterir. Doğa, yersel öğeler başattır. Düş ve gerçeklik içindeki kişilerinin doğaya/zamana ve mekâna olan yakın duruşları öykülerin anlam ve anlatım dokusunu çeşitlendirir.
Düşten gerçeğe dönüşlerde ise, bir ânın izleri/çağrışımları, zaman git-gelleri, rüyalardan geçerek varılan düş oyunları bu anlatıların dokusunda biçimlenir.
“Bağçe”, “Cambaz Koşuk”, “Zahireci” ve “Ashab-ı Kehf” öylesi öykülerdir. Hem göndermeleri yoğun, hem de geleneksel anlatının taşıyıcı figürleri belirgindir.
Yeni ses arayışı
Faruk Duman, son öyküler kitabı Baykuş Virane Sever’de ise öykücülüğünde bir evrilmeyi muştular adeta.
Hikâye anlatıcılığında fazla değişim göstermese de; geleneksel anlatının kalıplarını kırarak kendi(ne özgü) yeni/modern (hatta postmodern) anlatısını kurar.
Bir önceki kitabı bunun işaretlerini taşır.
“Eşik anlatı”yı bir yana bırakarak, çerçeve öyküleri hem anlam hem de anlatım biçimi ve izlek/zaman geçişlerinde farklı kılar burada.
Kitabın her bir öyküsünde karşımıza çıkan anlatıcının dil ve düş zamanı Faruk Duman öykü evreninin yersel/doğasal haritasına dönük göndermelerini de içermektedir.
Duman, anlatıcı olarak, gelenekseli yeniden üreterek güçlü bir modern anlatım örgüsü kurar.
Öykülerinde taşıdığı yaşam/yer bilgisi ise; bir anlatıcının dil aidiyeti kadar, yer/coğrafya aidiyetine dönük gerçekliği içerir ki; bu da, onun öyküsünün güçlü yanlarından biridir.
Zaman ve gerçeklik buluşmasında beliren o yersel bilgi tanıklığı anlatılarının kurucu öğesidir.
Bir anlatıcı olarak aktarıcı/taşıyıcıdır zaman zaman. Onun izleksel yolculuğunda süren/açımlanan/gelişen, yinelenenler anlatı sanatının dilsel görüntülerle ortaya çıkardığı etkileyici bir dil/anlatım senfonisine dönüşür. Duman, Baykuş Virane Sever’de bunu çok başarılı biçimde işler.
Ayrıca YER/ZAMAN/DURUM/ÂN/ATMOSFER/KİŞİ/OLAY öykülerin dokusunda akıp dururken; anlatılardaki dilsel ritim/musiki o görüntüleri renklendirip devindiren betimlemeler anlatıcının bilinç dokusuna yerleşenleri ortaya çıkardığı gibi, anlatımına da masalsı bir hava verir. “Kayıp İnci”de bunu başarılı biçimde örgüler adeta.
“Burhan Enişte”nin öyküsünün dillendirildiği “Teyzem O Burhan’lı Günleri Nasıl Atlattı”, bir durum öyküsü olmanın ötesinde, yaratılan atmosfer, çizilen karakter ve anlatıcının tutumu/bakış açısının kavrayışlı yansıtıcılığı öyküyü güçlü kılmaktadır.
Duman, bu kitabında, öykü evreninin yerdeş öğeleriyle dil/düş/imge akrabalarını buluşturur. Yarattığı dünyanın giderek belirginleşmesi, gerçekle düşsel gerçeklik arasında kurduğu köprüde anlatısını daha somut göstergelerle bu zamana taşıması bundan sonra yazacağı öykülerin formları kadar izleklerini/konularını da merak ettirecek düzeydedir.
Faruk Duman’ın bundan sonraki öykü dönemecini merakla bekliyorum. Yeni edebiyatımızın iyi örneklerinden birini okumak hem okurluğunuzu zenginleştirecek hem de “iyi edebiyat” duygunuzu sevgili okurum.
Feridun Andaç – (9 Nisan 2012)