Eleştiri nedir ne değildir? Nasıl olmalı? Var mı, yok mu? Sorularını içeren tartışmalar sürüp gidiyor. Eleştiri üzerine konuşmak önemli olsa da kişisel kanaatim her alanda olduğu gibi bu konuda da kesinlikli bir tanımın olamayacağından yana. Sadece eleştiri üzerine okuduğumuz metinler bile bize konunun çetrefilli olduğunu, tekil bir yere veya bağlama hapsedilemeyeceğini gösteriyor.
Eleştiri, bir sonuca, tanıma sınırları belirlenmiş bir yere sabitlenmeyecek kadar tartışmalı bir konu ama üzerine konuşmaya ve düşünmeye devam etmek gerekiyor. Michel Foucault, kendi adıyla yayımlanan bir yazının, artık sadece içeriğine bakılarak değerlendirildiğine inandığı için Le Monde gazetesine isimsiz bir söyleşi vermiş.[1] Buradaki eleştiriye dair düşüncelerinin beni epey heyecanlandırdığını söylemeliyim. Şöyle diyor; “Yargılamaya değil; bir eseri, bir kitabı, bir düşünceyi hayata geçirmeye çalışan bir eleştirinin düşünü kurmaktan geri duramıyorum. Bu eleştiri ateşi harlayacak, çimenlerin büyümesini izleyecek, rüzgâra kulak verecek ve denizde köpüren dalgaları yakalayıp etrafa saçacak.” Bir kitaba veya herhangi bir metne eleştirel bakmanın öncelikle yargılardan uzak tavır almakla mümkün olacağını belirtiyor yazar ve belirlenmiş yargı ile bakmak, günümüzde çoğunlukla düşülen bir yanılgı bana kalırsa da. Çünkü bir şekilde eleştirinin de belirleyenleri var.
Yine Foucault’nun bir başka metninde işaret ettiği durumdan söz etmek gerekiyor burada; “günümüzde edebiyat büyük ihtimalle, dinsel göstergelerden ziyade, tüketim ve ekonomi göstergeleri civarına yerleşir”[2] (Foucault’nun burada bahsettiği dinsel göstergeler Georges Dumézil’in çalışmalarına atıfla söyleniyor. Dumézil, İrlanda efsanelerini, İskandinav Sagalarının, Titus Livus’un yansıttığı şekliyle tarihsel Roma anlatılarının veya Ermeni efsanelerinin genel göstergelerinin yapısını inceleyerek, edebiyatın toplumsal ve dinsel gösterge olarak iş gördüğünü ortaya koymuştu.) Bu cümlenin bizi asıl ilgilendiren kısmı ise tüketim ve ekonomik göstergelere yapılan vurgu. Çünkü günümüzde eleştirmen, bu göstergelerle daha kitap veya başka bir metin eline geçmeden ön bilgilerle belirlenmiş, yönlendirilmiş olabiliyor. Sosyal medyanın etkisi, online satış siteleri, reklamlar, ekonomik anlamda daha geniş imkânlara sahip yayınevlerinin kendilerini, küçük bütçeli yayınevlerinden daha görünür kılabilmeleri, bir bakıma eleştirinin seyrini de belirliyor. Bu da genel olmasa bile metnin bir tüketim nesnesine dönüşmesine ve eleştirmenin de buna göre tavır almasına neden olabiliyor.
Ayrıca sosyal medya kullanımı yazar, yönetmen vb. ile eleştirmen arasındaki mesafenin yok olmasına sebep oluyor ve bu durum bazen eleştirinin gidişatını etkileyebiliyor. Çünkü eleştirmenin yazara ve metne yönelik bir yargısı zaten oluşmuş oluyor. Başka bir konu ise eleştirmenin fikirsel olarak uzak bulduğu yazar veya yayınevine dair temkinli ve önyargılı yaklaşımı. Hangi fikre sahip olunursa olunsun bu konuda da bir şekilde genelin tavrına göre hareket edilebiliyor.
Bir metni hayata geçirmekten bahsediyor Foucault, bunun üzerine düşündüğümüzde eleştirinin önemli bir işlevini hatırlıyoruz. Örneğin; bir kitap nasıl hayata geçer eleştirmeni kitabın “ikinci dilini” oluşturan olarak kabul edersek, onun metni yaşama katmasının anlamı için güncelle bağlantı kuran bir dil kurmasından söz edilebilir belki. Çünkü hayat kitaplardaki ya da filmlerdeki gibi yaşanmıyor, bir metnin içerisinde hapsolup kalmak ile onu yaşamın şimdisinde bir an ile düşünmek, sanırım kitabın yaşama geçirilmesi anlamını içerebilir. Buradan anlamamız gereken kitabın yolunu tutmaktan, onun sınırlarında kalmaktan ziyade şöyle bir şey; bize çizilmiş yolda sapmalar yaratmak, patikalar açmak, metni bir mekân olarak düşünürsek, onun işaret ettiğini; mekânsal sınırlarının, duvarlarının ötesine taşımak, kısacası kendi cümlemizi kurabilmek yani o metni hayata, kendi yaşamımıza veya okurun yaşamına katabilmek. Böylece o metnin göstergelerinden yola çıkarak, “ateşi harmanlamış”, “çimenlerin büyümesini izlemiş”, “rüzgâra kulak verip”, “denizde köpüren dalgaları yakalamış” olabiliriz gibi geliyor bana. Çünkü bu örneklerin hepsinde eleştirmene atfedilen bir yan var ve eleştiri biraz da metnin ateşine, rüzgârına, çimenine, denizine yani onun gösterdiğine yorum katma değil midir?
“Yargıları değil, varoluşun işaretlerini çoğaltacak. Bu işaretleri çağırıp, onları uykudan çekip alacak, belki de bazen onları icat etmesi gerekecek; hâttâ daha iyisini daha güzelini, hüküm veren eleştiri uykumu getiriyor”[3] Böyle devam ediyor Foucault, bana kalırsa da eleştirinin bir işlevi her anlamda metni çoğaltmak. Metin ona temas eden kadar çoktur çünkü her metin okunduğu kadar farklı anlam ifade eder. Bu nedenle metin hakkında olumlu, olumsuz, yönlendirici yargılara varmaktansa, açık uçlu veya öznel bir bakış bize eleştiri anlamında epey şey katabilir. Bir metin (sadece kitap olarak düşünmeyelim, kitap, film, tablo her şey olabilir) üzerine düşünüldüğünde, onun hakkında yazıldığında veya konuşulduğunda, eleştirmenin kendi hükümlerini genel yargılarla, herkese göre aynıymış gibi dikte eden sesini duymamalıyız fikrimce. Çünkü dikte eden dil, metni çoğaltmaktan çok bizi eleştirmenin düşüncesine çağırır, onun dünyasına ve hükümlerine hapseder. İşte bu nedenle de “uyku getirici” olur ve işaretleri çağırmaz, onları kendi kalıbında bir forma sokar. Oysa her metin yeni bir dil, metin üzerine ortaya konmuş her eser bir icat olabilir ki, bazen eleştiri metnin ötesine bile geçebilir, örneklerine rastladığımız çok olmuştur.
“Hayal gücünün göz kamaştırıcı sıçramalarını dışlamayan bir eleştiri istiyorum. Böylesi bir eleştiri egemenlik kurmaz ya da kırmızıları kuşanmazdı. Yalnızca olası fırtınaların şimşeklerini taşırdı.”[4] Ele aldığımız metinler kadar eleştirinin de hayal gücünü dışlamayan, onun üzerine cümle kuranın ve okurun hayallerini çoğaltan bir yanı olmalı belki de. Yargılardan ve hükümlerden uzak, bize kendi sesini dikte etmeyen ne metin ne de okur üzerinde egemenlik kurmayan bir eleştiri. Bu anlamda en başa dönersek eleştiri var mı yok mu? Sürüp gidecek bir tartışma ama şu söylenebilir; eleştiri var da bir sınırı yok.
[1] “Radikal Düşünürlerin Gözünden Şiddetin Eleştirel Tarihi”, s. 63, (Çev. Utku Özmakas), Ankara: Dipnot.
[2] Foucaut, M. (2013), “Büyük Yabancı ‘Dil, Delilik ve Edebiyat Üstüne Konuşmalar’”, s. 91. (Çev. Savaş Kılıç), İstanbul: Metis.
[3] “Radikal Düşünürlerin Gözünden Şiddetin Eleştirel Tarihi”, s. 63, (Çev. Utku Özmakas), Ankara: Dipnot
[4] “Radikal Düşünürlerin Gözünden Şiddetin Eleştirel Tarihi”, s. 63, (Çev. Utku Özmakas), Ankara: Dipnot
Emek Erez – edebiyathaber.net (19 Mart 2018)