Söyleşi: Nilgün Çelik
Elif Ata’nın ilk kitabı yayın hayatına yeni başlayan Parma Kitap’tan 2022 yılının Mayıs ayında çıktı. Elif Ata, Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünden mezun. Ancak edebiyat alanında ilgi duyduğu konular daha mistik. Ata, mitoloji, felsefe, tarih ve kutsal kitaplarla ilgili. Aslında sadece ilgi demek Elif Ata’ya haksızlık olur. Bence Artık Sen de Hermes Gibisin’i okuyanlar bana hak verecekler. Sadece ilgi değil basbayağı planlı programlı dikkatli ve sürekli bir çalışma demeliyiz. Merak eden okurları uyarmalıyım: Kitabın adı ilk okunduğunda okurun aklı karışabilir. İçeriğinin esprilerle, benzetmelerle dolu, kelime oyunlarına başvurulmuş metinler olduğu düşülebilir. Hatta biraz abartılı olaylardan öyküler de akla gelebilir. Ancak eser, beklenen gibi değil. Belki de bir okur olarak bu kitaba yapabileceğim tek eleştiri işte bu çelişki yani kitabın adı olacaktır. Çünkü Elif Ata ters köşe yapmış, kitabın esprili adına tamamen zıt, içeriği bilgi ve araştırma ile yoğunlaşmış, merak uyandıran, okudukça okutan, dinden siyasetten, gündelik zamanlardan, genel kültürden, tarihten, mitolojiden beslenerek nefis bir eser yaratmış. Sayfalar ilerledikçe zaman zaman şaşırarak zaman zaman aydınlanarak ilerleyen her okur, Elif Ata’nın ilk kitap için oldukça başarılı bir eser yaratmış olduğunu düşünecektir. Elif Ata’yla son kitabı hakkında konuştuk.
Öncelikle kitabınız için sizi kutluyorum ve teşekkür ediyorum. Zevkle okuduğumu bilmenizi isterim. Elbette her kitabın yazılma süreci önemlidir ve bir birikimdir ama “Bence Artık Sen de Hermes Gibisin”in yazılma sürecini çok merak ediyorum. Yoğun bir bilgi birikimi var. Ne kadar sürede oluştu eseriniz?
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Umarım anlam dünyanıza dokunan bir eser olmuştur. Kitap aslında bir “arayış”ın ürünü. Dünyaya “anlamak” için gönderildiğimize inanıyorum. Hani eskiler: “Hakikat aramakla bulunmaz ancak bulanlar hep arayanlardır” demişler ya, ben de çok uzun yıllar, sonunda neyi bulacağımı bilemeden arayıp durdum. Aradığımı bulamayınca da bulduklarımı anlamlandırma gayretine düştüm. Çeşitli disiplinlerden faydalanıp geçmiş ve bugün arasında bağ kurmak adına bir köprü inşa etmeye çalıştım. Okuduğum kitapları, öğrendiğim bilgileri, izlediğim filmleri, incelediğim tabloları kendimce yorumladım ve ortaya bu kitap çıktı. Picasso’ya atfedilen bir hikâye vardır; ünlü ressam bir restaurantta yemek yerken görevli garson kendisini tanır ve portresini yapmasını rica eder. Picasso da beş dakikada adamın tablosunu yapıp garsondan 100 dolar isteyince garson: “Beş dakikada yaptığınız bir resim için bu fiyat çok değil mi?” diye sorar. Picasso tebessüm ederek: “Beş dakika değil, 40 yıl artı beş dakika,” der. Böyle bir olay yaşanmış mıdır, sokak efsanesi midir bilmiyorum. Zaten bu tip anlatılarda “asıl”a değil de “fasıl”a, zarfa değil de mazrufa bakmayı tercih ediyorum. Fikir yazılarından oluşan kitapların oluşum süreçleri de hikâyedeki gibidir. Belki her bir yazıyı birkaç günde yazıyorsunuz ama arka planında koca bir “hayat” var.
Kitabınızın bütününde merak ettiğim bir duyguyu, kitabın ilk çalışması üzerinden sorayım: “Gökten Üç MUSTAFA Düşmüş” Bu çalışmayı yazmak sizin için ne ifade ediyordu? Yazdıktan sonra kendinizi nasıl hissettiniz?
“Üç Mustafa” benim için çok özel bir yazı. Bugün bırakın bu kitabı çıkarmayı; okumayı, yazmayı, düşünmeyi hatta saçlarımın rüzgârda özgürce dalgalanmasını bile tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri olan Kurtuluş Savaşı’na borçlu olduğumu biliyorum. O savaşa iştirak eden başta komuta kademesi olmak üzere herkese minnet duyuyorum. Bana göre yazının iki türü vardır: “akleden yazılar” ve “nakleden yazılar”. Akleden yazılarda düşünce ön plandayken, nakleden yazılar bir anekdotu, hikayeyi anlatmakla sınırlıdır. Kitaptaki tüm yazılar akleden yazılardan oluşurken sadece Üç Mustafa’da naklediciliği tercih ettim. Yaptığım sadece bağımsızlığımızı kazanmamızda en fazla sorumluluk almış üç kişinin isminin de Mustafa olmasının ne muhteşem bir tesadüf olduğunu göstermekten ibaret. Zira Atatürk’ün ilk isminin Mustafa olduğunu hemen her Türk vatandaşı bilir de İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ın ilk isimlerinin Mustafa olduğunu bilen sayısı sanmıyorum ki çok olsun. Sevin ya da sevmeyin hepimizin o büyük insanlara vefa borcu var, hiçbir zaman ve koşulda ödenemeyecek bir borç. Ben de oluşturduğum ilk kitabın ilk sayfasında onları yad ederek okyanus kadar olan borcumun ilk katresini ödemek istedim.
İhtiyar HeyBeti adlı çalışmanızda UNESCO’nun yaşlılığı tarifi var. “Bir insan konfor alanının dışına çıkmıyorsa yaşlıdır.” demiş. Siz de her gün yeni bir şey öğrenmeyen, hayret etmeyen insanları yaşlı bularak, 85 yaşındaki gençlerle 25 yaşındaki yaşlılarımızdan bahsediyorsunuz. Genç ve donanımlı bir yazar olarak Türk genci neden bu kadar erken yaşlandı sizce?
Geçtiğimiz günlerde 109 yaşına basan, ülkenin en değerli bilim insanlarından biri olan Muazzez İlmiye Çığ, Sümer tabletlerinde, yaşı ilerlemiş insanların “bu gençlik nereye gidiyor” diye hayıflanmalarının yer aldığından bahseder. Aynı şikayetleri Sümerlerden 3500 sene sonra yaşayan Sokrates de dile getirmiş, 6000 sene sonra yaşayan emekliliği gelmiş Hasan Öğretmen de. Yani gençlerle alakalı tarihin her döneminde belli sorunlar, şikayetler, analizler gündem olmuş. Bu bir döngü; her nesil, haleflerine karşı acımasız olabiliyor. Önemli olan, gençlerin bu tepkilere karşı gösterdiği direnç. Tabii şunu kabul etmek gerekiyor: mesela ben Özal döneminin apolitikliğinden nasibini almış bir neslin üyesiyim. Ama şu an gençler aşırı politize olmuş haldeler. Gözlemlediğim kadarıyla bu politize olma hali ideolojilerden çok ekonomi ya da gelecek beklentisi üzerinden temelleniyor.
Çoğu zaman “hiç”in, “yok”tan iyi olduğunu düşünüyorum. Yani bir şeyin var olmama hali, bulunmama halinden daha değerli olabiliyor. Çünkü var olan bir şeye ulaşamamak insana elem verebiliyor. Dünya çok değişti; genelde herkes, özelde gençler her şeyden haberdar. Haberdar insanları manipüle edemezsiniz. “Hiç”i bilmeyen, “yok”u kabul etmeyen genç sayısı giderek artıyor. Bu yüzden çoğu gencin hayali ya da hedefi başka bir ülkede yaşamak olmuş. Hemen hepsi kendisini Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o mükemmel şiirinde: “Oğlum Mernuş/Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun” diyerek seslendiği biri olarak görüyor. Son derece haklılar. Düşünsenize, bu gençler konuşmayı öğrendiklerinden beri ülkeyi yöneten de, yönetmeye aday kişiler de hep aynı yüzler. Sayıları milyonları bulan, her geçen gün daha da artan, ülkenin demografik yapısını alt-üst eden sığınmacılar. Tepetaklak olmuş bir ekonomi. Başta adalet olmak üzere güven vermeyen devlet mekanizmaları. Böyle bir ortamda geleceğe dair nasıl umutları olsun ki? Benim için yaşlanmanın en temel göstergesi “umut”tur. Umudunu kaybetmişsen hangi yaşta olursan ol yaşlanmışsın demektir. Gençler de umutlarını kaybetmemek yani hayatlarının baharında yaşlanmamak için kaçış yolları arıyorlar
Kitabınızın adı da olmak üzere bölüm başlıkları kelime oyunlarıyla kurulmuş. İstanbul Söyleşmesi, AsparaGaz, Bence Sen de Hermes Gibisin, çay SaaDEti gibi…Kimya bölümü mezunu olunca kelimelerle oynayarak onların içinden aslında bilinmeyen görülmeyen anlamları da çıkarmak istediğinizi düşündüm. Ne dersiniz? Bu oyunun sizin için anlamı var mı?
“Kirpi, yavrusunu ‘pamuğum’ diye severmiş” gibi düşünülmesin ama kitabın en özgün taraflarından birisi konu başlıkları. Kitabı oluştururken en çok mesai harcadığım kısım da bu oldu. Her konu başlığı, gündelik kullanımların, çok bilinen şiirlerin bazen bir harf bazen bir kelime değişimi ile ortaya çıktı. Kimya mühendisliği eğitimi almamla bir alakası var mı, bunu hiç düşünmedim. Formülize edilmiş gibi duruyor olsa da sabit bir yöntem yok aslında. Bu tercihimin ana nedeni, başlık sayesinde konunun daha akılda kalıcı olmasını sağlamaktı. Şimdiye kadar gelen geri dönüşlerde de doğru bir yol izlediğimi görüyorum. Bununla beraber Türkçenin bu tarz söz oyunları için ne kadar müsait bir dil olduğuna tanıklık edip bir kere daha bu dile hayranlık duyduğumu belirtmek isterim.
Kitabınızda genel kültür alanında oldukça ilginç bilgiler var. Hepsini merakla okuduğumun altını çizmek isterim. Mesela Rize’de ilk çay ekimini başlatan Zihni Derin’in hüsranı, Halil İnalcık’ın çok enteresan hayat hikayesi, Emile Zola’nın savaştığı Dreyfus Davası, Edvard Munch’un Çığlık adlı eserinin arkasındaki gerçek gibi. Her bir çalışmanızın hikayesini umarım bir gün yüz yüze bir etkinlikte canlı dinlemek isterim. Fakat biraz teknik bir sormak istiyorum. Bu kıymetli çalışmalarınız bir birikim. Nasıl çalışıyorsunuz? Okurlarınız ve deneme yazamaya meraklı okurlar için çalışma sisteminizden bahseder misiniz?
Aristo, Metafizik adlı eserinde: “Bilim, hayret etmekle başlar,” diyor. Doğrudur, insan ancak bilmediği konulara dair şaşkınlık gösterebilir. Şaşıran insan bir şeyleri fark eder, “merak” eder; bu farkındalık ve merak da “bilgi”ye götürür. Hepimizin bilgiye ulaşma, çalışma sistemi bu şekildedir. Elbette herkesin tatmin ve doyum eşiği birbirinden farklıdır. Kendi adıma konuşacak olursam ben biraz bilgi obeziyim, doymak bilmiyorum. Bunun için de herhangi bir konuya dair ulaşabildiğim birçok kaynağa başvurup karşılaştırmalı olarak okuma yapıyor, analiz ediyor, kendi düşüncelerimi de devreye sokup imbikten geçirerek yazıya döküyorum. “Yeni” bir şey söylemeyeceksem o konuda kalem oynatma gereği duymuyorum. Mesela Munch’un Çığlık’ına dair çoğu aynı yorumlardan ibaret olan yüzlerce okuma yapmışımdır. Benim yaptığım çıkarsamayı herhangi biri yapmış olsaydı elbette kitaba koymazdım.
Kitabınızda SUÇLU yorum başlığı altında yazdığınız çalışmanız en sevdiğim, merakla okuduğum yazılarınızdan biri. Merak edenler için birkaç ip ucu vermek isterim. Kadıköy’de bulunan Boğa Heykelinin hikayesinden 1894 yıllarında yaşanan, ucu Emile Zola’ya kadar uzanan ve davası yıllar süren önemli bir casusluk olayından bahsediyorsunuz. Türkiye’de yakın tarihte yaşanan davalarla benzerliği elbette çalışmanızı daha önemli kılıyor. Her bir satırın altını çizmiş olsam son cümlenizin bir dilek, istek cümlesi: “SUÇLU yorumları yazan Emile Zola’lara ihtiyacımız var,” diyorsunuz. Aslında inceden ve derinden günümüz siyasetini de yazarlarımızı da eleştiriyorsunuz. Şunu sormak isterim. Elbette bizim de aydın, cesur yazarlarımız, gazetecilerimiz var. Şimdiki dönemin arka plandaki gerçek yüzünü de yazmaya cesaretleri var, yazıyorlar da. Peki sizce bunlar neden kötü giden gidişatı değiştiremiyorlar? Suçlu -ya-mıyorlar? Sizce sayıca az sayılabilirler mi?
Aslında “suçlu yorumları yazan Emile Zola gibi insanlara ihtiyacımız” var sözü sadece bugünün konusu değil. Tarihimizin hemen hemen hiçbir döneminde, gerekirse bedel ödemeyi göze alıp iktidarın tüm toplumu ilgilendiren konulara dair takındığı tavrı eleştiren siyaset-üstü isimlere tanıklık edemiyoruz. Sadece hâkim gücün aksiyonlarına destek vermek adına ortaya çıkıyorlar. Biz bunun sınavını çok defa verdik. Hadi çok uzağa gitmeden 2010 referandumunu hatırlayalım. Sayıları az olsa da etki alanları çok fazla olan, aralarında çok ünlü sanatçılar, yazarlar, düşünce insanlarının bulunduğu bir grup “yetmez ama evet” sloganıyla desteklerini açıkladılar. Sonra “devrim kendi çocuklarını yer” misali kimisi hapis hayatı yaşadı, kimisi ülkeden kaçtı, kimisi sessizliğe gömüldü, kimisi de günah çıkarttı. İşte ülkemizin şu an yaşadığı ve dillere pelesenk olan o “beka”sı için en önemli sorunlardan biri sığınmacı krizi. Ülkeye bir anda plansız, programsız bir şekilde on milyonlarca insan giriyor. İktidar “göndermeyeceğim” diyor, muhalefet “kontrollü gönderme”, “uyum, entegrasyon” gibi sözlerle karnından konuşuyor. Hadi siyaset içinde bol miktarda “yalan”ın, “demogoji”nin olduğu bir alan. Bugün söylediğini yarın inkar eden ya da inkar etme potansiyeline sahip topluluk. Peki bu ülkenin siyasete bulaşmayan sanatçısı, yazarı, çizeri, akil insanları yok mu? 1600’lü yılların ortasında Koçi Bey isminde biri toplumu, devlet kurumlarını analiz etti ve dönemin padişahı 4. Murat’a rapor olarak sundu. Koçi Bey Risalesi diye bilinen bu metinlerde kabaca şunlar yazıyordu: “Liyakat sahibi olmayan kişiler kurumların başında”, “rüşvet ve adam kayırmanın önü alınamıyor”, “fikir adamlarının halk gözünde itibarı kalmadı” v.s… Yani dört yüz sene önce de benzer sorunlar yaşanıyormuş. İsim vermek istemiyorum ama hadi bir tarihçi çıksın ve tamamen tarafsız gözlerle hazırladığı bir raporu iktidara sunsun. Bırakın rapor hazırlamayı, hiçbir uzmanlık gerektirmeyen, ülke için çok kritik konulara dair ismi çok büyük olan kişilerin küçücük yorumlarını dahi duyamıyoruz. Bence entelijansiyanın bulunmaması Türkiye’nin en büyük eksikliğidir.
Celali Nisyanı adlı çalışmanızı örnek verecek olursak sizce edebiyatın bir görevi var mıdır? Varsa bir anlamda unutmamamız gerekenleri diri tutmak ya da unutulmak üzere olanları hatırlatmak mıdır?
Burada “edebiyat”ı “yazılı edebiyat” olarak kullandığınız zannıyla cevap vermek isterim. Aslında “edebiyat” kelimesinin kendisi sorunludur, çünkü kökeni “edep”tir. Edep kelimesini en basit şekilde “toplum kurallarına uygun şekilde hareket etmek” olarak tanımlayabiliriz. Bu anlam üzerinden gidersek edebiyatın görünmez bir sınır ile çevrelendiğini, yazılacak her türlü eserin o sınır çerçevesinde olması gerektiği sonucu ortaya çıkar. Oysa “yazı”nın kuralı, kaidesi, sınırı olamaz. Batı dünyası hiçbir farklı anlama sebebiyet vermeyecek şekilde “yazı ilmi” manasındaki Latince kökenli “literatür” kelimesini dillerine adapte etmişler. Dil Devrimi sonrası biz de “yazın”ı türetmişiz ama maalesef dilimizin kökleri çok dolu. Ağızda kekremsi bir tat bırakıyor. Sorunuza çok sevdiğim bir hikaye ile geri döneyim: Eski zamanlarda biri rüyasında şeytanı görmüş. Şeytanın sureti o kadar güzelmiş ki, adam gözlerini şeytandan alamamış. Yanına yaklamış ve hayretle: “sen bu kadar güzel bir yüze sahip olduğun halde insanlar neden seni resmederken bir gözün kör, bir ayağın topal ucube bir görüntü çiziyorlar” diye sormuş. Şeytan tebessüm edip: “ne yapayım, kalem düşmanımın elinde” demiş. Kaleme sahip olmak yani bir şeyleri yazmak, kayıt altına almak çok kıymetli. Ne yazık ki biz bunu ıskalamış bir kültürüz. Atalarımız yazmaktan çok konuşmayı tercih etmiş. Mesela muhafazakar cenahın Cumhuriyet devrimlerini eleştirmek amacıyla sürekli diri tuttuğu “dedelerimizin mezar taşını okuyamıyoruz” sızlanışı aslında önemli bir gerçekliği de gözler önüne seriyor. Hiçbiri “dedelerimizin yazdığı romanları, şiirleri, denemeleri, anıları vs. okuyamıyoruz” diyemiyor. Çünkü yok denecek kadar az.
Bana göre okumak ve yazmak birbirini dölleyen eylemlerdir. Fakat nedense okumak hep yüceltilirken yazma konusunda daha tutucu bir tavır sergileniyor. “Herkes okumalı ama herkes yazmamalı”, neden? Yazmayı yetenek olarak düşünenler bile var. Son derece kusurlu bir bakış bu. Bir de bazı hikayelerle destekleniyor. Neymiş efendim, bir şemsiye tamircisi yazdığı şiirleri incelemesi için Shakespeare’a getirmiş de Shakespeare okuduktan sonra “dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın” demiş. Dünyaya ünlü sayısız yazar da benzer deneyimlerden geçmiş. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi, Rowling’in Harry Potter, Nabakov’un Lolita’sı, Sylvia Plath’in Sırça Fanus’u v.s yayınevleri tarafından beğenilmemiş, reddedilmiş. Hepsi “Shakespeare engeli”ne takılmış. (Yayıncılıkta bu durumlar için kullanılan bir tabir var mı bilmiyorum. Eğer yoksa “Shakespeare engeli”ni sokabiliriz, telif istemem 🙂 ) Bu büyük yazarlar da akıbetini bilmediğimiz, muhtemelen yazmayı bırakmış şemsiye tamircisi gibi mağlup bir tutum sergileselerdi dünya edebiyatı hayli sarsılmış olurdu.
Kitaba adını veren çalışmanızın diğerleri gibi son derece bilgilendirici bir metin olduğunu söylemek isterim. Mitolojiden beslenenlerin özellikle okumasında fayda olacağı düşüncesindeyim. Kitabın bütünü için, ya da sadece Bence Artık Sen de Hermes Gibisin’i üzerinden, henüz okumamış okurlarınız için ne söylerdiniz? Nasıl anlatırdınız?
Hermes figürü çok önemli. Hermes sadece Yunan’a özgü bir kişi değil. Nerdeyse bütün mitolojilerde, kültürlerde Hermes ya da Hermes ile benzer özelliklere sahip bir karakter var. Birbiriyle iletişim halinde olmayan kavimler kendi toplumlarına, benzer kişileri, benzer hikayeleri anlatıyorsa ne düşünmeliyiz? Ben bunun cevabını Romalı büyük şair Horatius’un o muhteşem sözünde buldum: “Ne gülüyorsun, anlatılan senin hikayen”. Biliyorsunuz bu söz, kutsal metinler hariç dünyada en çok okunmuş, üzerine en çok konuşulmuş kitap olan Das Kapital’in önsözünde de Marx tarafından Horatius’a atıf yapılarak kullanılmıştır. O halde uzak ya da yakın tarihin herhangi bir döneminde, herhangi bir coğrafyada yaşanmış olayın “anlam” bakımından bugün için bir değeri var. Çünkü dünya ne kadar değişirse değişsin insanların çoğu tepkileri, davranışları geçmişten çok da farklı değildir. İşte kitabı oluştururken seçtiğim konularda da dikkat ettiğim nokta bu oldu: hepimizin yaşadığı, öğrendiği, fark ettiği, gördüğü, duyduğu, hissettiği olayları anlatmak. Yani anlatmaya çalıştıklarım hepimizin ortak hikâyesi.
Yeni çalışmalarınız var mı? Türü yine aynı mı olacak biraz bahseder misiniz?
“Hipergrafi” isminde bir sendrom var; sürekli bir şeyler yazma isteği. Belki geçmiş yılların açığını kapatmak, belki “dünyaya söyleyecek sözlerim var”ın baskısı ya da tanımlayamadığım başka nedenlerden dolayı kıyısından köşesinden bende de böyle bir rahatsızlık var. Fırsat buldukça yazmak istiyorum. Üzerinde çalıştığım ve sansasyonel olacağını düşündüğüm, çok “yeni” şeyler içeren siyasi bir roman var. Tabii düşünce ağırlıklı deneme yazılarına sağlıklı olduğum müddetçe devam etmeyi umuyorum.
Bu güzel eseriniz için ve söyleşimiz için teşekkür ederim…
Kitaba son derece hâkim olarak oluşturduğunuz bu leziz sorularınızdan dolayı asıl ben teşekkür ederim…
edebiyathaber.net (28 Haziran 2022)