“Nasıl Ölünür“, Can Yayınlarının “Kısa Klasikler” serisinin 10. kitabı olarak Ağustos 2019’da yayımlanmıştır. 1840-1902 yılları arasında yaşamış olan Fransız yazar, daha çok Germinal, Nana, Meyhane gibi romanlarıyla tanınmaktadır. Zola, edebiyatta doğalcılığın kurucusu sayılmaktadır.
Kitap beş kısa öyküden oluşmaktadır. Toplumsal konumlarının ve ekonomik durumlarının insanların ölümlerini nasıl şekillendirdiğinin anlatıldığı öykülerde yazarın bilinçli tercihiyle topraktan en uzak olandan en yakın olana doğru, aristokrat, burjuva, esnaf, işçi ve köylü ailelerde ölüm sürecinin nasıl yaşandığı sade bir dille, hiçbir abartıya kaçmadan tablo yapar gibi anlatılmaktadır.
İlk öyküde elli beş yaşındaki Kont de Vertueil’in ölümü anlatılmaktadır. Kont, hâlâ Paris’in en alımlı sarışını diye bahsedilen kırk altı yaşındaki Kontes Mathilde de Vertueil’le evlidir. Kızları Blanche danıştay üyesi yüksek devlet memuru Bussac’la evlenmiş, oğulları Roger’da teğmen olmuştur. Kont ve Kontes aynı evde bir arada yaşasalar da, toplumdaki konumlarının gereği anlaşmalı bir ikiyüzlülükle ayrı hayatlar yaşamaktadırlar. Maddi endişe içermeyen sosyal statüleri, onlara hayatlarında istedikleri role girme özgürlüğü vermiştir. Kontun ölüm süreci de her şeyin sahte, yapmacık olduğu sınıfsal durumlarına uygun şekilde gelişir ve sonuçlanır. Kont, şaşaalı bir törenle, yapmacık üzüntülerle, geniş bir toplulukla pahalı aile mezarlığında toprağa verilir. Ardından miras kavgası, aile üyelerinin birbirine düşmesi gibi alt sınıflarda görülen türden şeyler olmaz. Kalanlar kendilerine düşen rolü oynamaya devam eder. Kontes, daha Kont toprağa verilmeden yüzünde hafif bir tebessümle pembe hayaller kurmaya başlamıştır bile.
İkinci öyküde, yüksek burjuvaziden dul bir kadın olan Bayan Guerard’ın ölümü anlatılmaktadır. Sekiz yıl önce kaybettiği sulh hakimi kocası iki milyonluk bir servet bırakmıştır. Bayan Guerard ile üç oğlu mirası paylaşmışlardır. Ancak, oğlanlar birkaç yılda paylarına düşen mirası çarçur edip annelerinin yanına sığınmışlardır. Anne oğullarına, oğullar da birbirlerine güvenmemektedirler. Oğlanlar açıkça söylemeseler de, içten içe annelerinin ölümünden sonra paylaşılacak miras ile yarım bıraktıkları serseri hayatlarına dönmenin hayalini kurmaktadırlar. Neredeyse paraya tapan bu burjuva ailede annenin ölüm süreci zayıf, tekinsiz aile bağlarını ortaya çıkarır. Bayan Guerard ilk öyküdeki Kont kadar gösterişli bir törenle olmasa da yine zenginlere yakışır bir törenle toprağa verilir verilmez korkulan olur. Cimrilik ve parası çalınacak korkusuyla geçirdiği hayat sona erince, çocukları arasında ne anne üzüntüsü ne de kardeşlik kalır. Para, ölümü de hayatı da zehirlemiştir bir kere.
Üçüncü öyküde Bay Rousseau ve karısı Adele çıkıyor karşımıza. Hayata neredeyse sıfırdan başlayıp, birlikte çok çalışarak sahip oldukları bir kırtasiye dükkânını işleten ikiliden Adele verem hastalığı nedeniyle ölmek üzeredir. Hırsları nedeniyle sağlıklarına özen göstermemeleri sonucu yeterince para kazanınca birlikte kırsalda yaşama hayalleri artık gerçekleşemeyecektir. Ölmek üzereyken bile Adele alt kattaki dükkânda işlerin nasıl gittiğini yakından takip etmektedir. Ayrıca, mirastan pay isteyeceğinden emin olduğu kız kardeşi Agathe’yi de son anda vasiyetname düzenleyerek engeller. Rousseau karısını eşi olarak sevmenin ötesinde, iyi anlaştığı bir iş ortağı olarak da görmektedir. Adele, birkaç esnaf tanıdık, arkadaş ile sade bir törenle toprağa verilir. Dönerken karısının ölümüne üzülse de Rousseau’yu asıl sersemleten şey, hafta içi olmasına rağmen dükkânın kapalı kalması nedeniyle uğradığı ciro kaybıdır.
Dördüncü öyküde işçi bir aile olan Morisseau’ların tek çocukları, on yaşındaki oğulları Charlot’un ölümü anlatılıyor. Soğuk kış günleri, işsizlik, yoksulluk. Evdeki eşyalar parça parça satılmış, sona gelinmiş. Ne ısınmak için ne de boğazlarından geçecek bir lokma için para yok. Charlot hastalanınca ne kadar ağlasalar, çırpınsalar da kaçınılmaz sona engel olamıyorlar. Her gün gözlerinin önünde üzüntü ve çaresizliğin sembolü olan oğulları ölünce anne baba neredeyse rahatlıyorlar artık onu düşünmek, onun için üzülmek zorunda kalmayacakları için. Diğer ölümlerdeki tören, gösteriş, zenginlik Charlot’unkinde yok. Aile mezarlığı da yok. Çamurun içine bata çıka Kimsesizler Mezarlığı’na gömüyorlar onu. Zamanında yetişmeyen belediyenin fakirlere yaptığı üç kuruş yardımdan kalan parayla Charlot’u defnettikten sonra birkaç komşuyla şarap içip sarhoş olarak unutuyorlar oğullarını.
Beşinci ve son öyküde yetmiş yaşındaki çiftçi Jean-Louis Lacour’un ölümü anlatılıyor. Doğaya, toprağa yakın olan, sürekli çalışmak zorunda olan köylüler var bu öyküde. Lacour iki oğlu, kocası ölünce on iki yaşındaki oğlu ile baba evine dönen kızı Catherine ile yaşıyor. Hasat günleri iş çok. Ürünlerin yağmur yağmadan kaldırılması gerekiyor. Bir yıllık emeğin karşılığının alınacağı, heba edilmemesi gereken zamanlar. Tam bu sırada hastalanıyor yaşlı adam. O da çocukları da biliyor ölümün kapıya geldiğini ama sızlanacak zaman da yok. Bütün gün çocukları tarlada çalışırken torunuyla evde kalıyor yaşlı adam. Diğerlerinin yaşayabilmesi hasadın yapılmasına bağlı. Bu insanlar için ölüm de doğanın bir parçası. Son derece doğal yaşanan süreçte vakti gelen gidiyor. Ardından miras kavgası, hesap kitap yapılmıyor. Sofradan bir tabağın, tarladaki işgücünden bir bileğin eksildiği bu süreçte gereken geride kalanlar tarafından sessizce yapılıyor. Toprağın insanı toprağa dönüyor.
Emile Zola, tablo çizer gibi yalın bir dille anlattığı bu beş ölüm öyküsünde, toplumun en tepesindekilerden, zenginlerden fakirlere doğru bir sıra izleyerek, toprağa en yakın yaşayan ve ölümü de en doğal şekilde karşılayan köylülerle bitirmiş “Nasıl Ölünür”ü. Doğduğumuzda kendimizi içinde bulduğumuz eşitsizliklerin sıfırlandığı ölümlere aşağıdan yukarıya doğru baktığımızda, yükseldikçe insanın aslında alçaldığını hatta alçaklaştığını, parayla ve parasızlıkla nasıl bozulduğunu da kolayca görebiliyoruz. Her şeyin sahte ve gösterişli bir şekilde yapıldığı aristokrasi çevresinden biri öldüğünde gösterişli aile mezarlığına da gömülse, Charlot gibi kimsesizler mezarlığına da gömülse ya da çiftçi Lacour gibi sade bir törenle doğaya ger dönse de, nasıl nerede ölürlerse ölsünler hepsinin gideceği ve buluşacağı yer toprağın altı.
Zola geniş gözlem gücüyle hiçbir şeyi atlamamış. Sözde Tanrıya adanmış kişiler olarak zengin, fakir ayırımı yapmaması gereken din adamlarının davranışlarına da her öyküde kısaca değinmiş. Ölenin toplumdaki yeri ve maddi gücüne göre din adamı denen kişilerin nasıl farklı davranışlar sergilediklerini, öykülerin sadeliği, doğallığı içerisinde gözümüze sokmadan göstermeyi başarmış.
İnsanlar “Nasıl Ölünür”den önce, insan onuruyla oynamadan ve onurlarıyla oynatmadan “Nasıl Yaşanır” sorusunun cevabını bulmalıdırlar belki de.
Ahmet Erdemli – edebiyathaber.net (4 Ekim 2019)