Söyleşi: Okan Çil
1966 yılında Denizli’de doğan Emine Supçin yazarlığın yanında yabancı dil eğitmenliği de yapıyor. Hiç (2012), Filozoflardan Seksi Şeyler (2013), Dokunulmamış Kadınlar (2015) adında üç kitabı bulunan Supçin’in, geçtiğimiz günlerde A7 Kitap etiketiyle raflardaki yerini alan Kış adında yeni bir romanı yayımlandı. Biz de bu vesileyle Supçin’in Kış romanı hakkında, romanda konu edinilen çocuk istismarı üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Kitabın yazım süreciyle başlayalım istiyorum. Kış nasıl bir derdin ürünü? Yazım öncesinde nasıl bir araştırma süreci geçirdiğinizi bizimle paylaşır mısınız?
Hepsinden evvel bu harika röportaj için teşekkür ederek başlamak istiyorum.
“Kış nasıl bir derdin ürünü?” diyen sorunuz derdimin üzerindeki yara kabuğunu kaldırdı diyebilirim. Bu öyle bir dert ki çaresizlikle öfkenin birleştiği o yer; o ötesi dipsiz uçurumlara açılan sarp kayalıkların zirvesinde “Hayat bu ise daha fazla kalmaya gerek yok,” dedirten ve bir adım daha atıp yaşamı bitirme kararında gel-git yaşatan bir dert. Bu öyle bir dert ki insanın yarattığı en masum öge olan çocuk yüreklerin acısını, korkusunu, tedirginliğini ve nihayetinde uğradıkları tacizden haksız yere hissettikleri utancı birebir hissederek uğunmak…
Gün geçmiyor ki herhangi bir dinî vakıfta sözüm ona dinlerini öğrensinler diye gönderilen çocukların tacize, tecavüze uğradığını duymayalım. Sadece basına yansıyanları şuraya sıralamaya kalksam sayfalar yetmez. Bunun bir de duyulmayanları, gizlenenleri var ki akıllara zarar. Ayrıca gençlik yıllarımda şahit olduğum bir örnek var ki her aklıma geldiğinde yüreğim sızlar.
Kış’ta Türkiye’yi derinden etkileyen bir meseleyi, çocuk istismarını konu ediniyorsunuz. Romanınızda da değindiğiniz üzere din, bu kötülük için “iyi bir kılıf” olabiliyor. Üstelik sadece Türkiye’de de değil bu sorun; Amerika’da, Avrupa’da papazların çocuk istismarı yüzünden Vatikan ciddi anlamda eleştiriliyor. Hindistan gibi yerlerde ise tapınaklarda seks işçisi olarak çalıştırılan çocuklar, gençler mevcut. Peki bu tablo bize ne anlatıyor; muhafazakârlığın arttığı kurumlarda ve yerleşim yerlerinde çocuk istismarı daha fazla görülüyor diyebilir miyiz? Din ve çocuk istismarı hakkında neler söylemek istersiniz?
Sorunuz karşısında, biraz da mizahi bir yaklaşımla insanın, “Kapatılsın bu dinler,” dedirten iç sesi yükseliyor. Biliyorsunuz ki ben aynı zamanda bir eğitim uzmanıyım. Yıllarımı eğitimin hem örgün hem de yaygın alanlarında hizmet vererek geçirdim ve hâlâ devam ediyorum. Bu sorunuza eğitimci bakış açısıyla yanıt vermek isterim. Nitelikli bir eğitim, modern toplum normalleriyle mümkündür. Toplumun normali kadın ve erkeğin eşit ve yan yana olmasıdır. Bunun eğitime yansıyan şekli karma eğitimdir, yani kız-erkek birlikte olanı. Yukarıda sözünü ettiğiniz tüm inanışların güya verdikleri eğitimin ilk kuralı kız ve erkeği aynı ortamdan uzaklaştırmakla başlar. İki cinsiyeti birbirinden tecrit ederler. Normalin kırıldığı nokta tam da orasıdır. Aynı cinsiyetten oluşan topluluklar, karşı cins olmadığı için insan ruhunun gizemi sayılan seks, üreme, çiftleşme (ne derseniz) ile ilgili gerek konuşmalarındaki rahatlık gerekse zamanla bayağılaşmaya varan davranışların içine sürüklenebilirler. İşte bu normalin dışına çıkışın ilk adımlarıdır. Ve bir kere normalin dışına çıkıldığında geri kalan anormalliklere de kapı açılmış olur. Buralarda yetişen ve büyükleri tarafından uygunsuz davranışlara maruz bırakılan çocukların, gelecekte kendilerinin de tecavüzkâr olması yüksek olasılıklıdır. En azından iyi bir psikolojik tedavi almamışsa bu ihtimal hep vardır. Kısaca kadın erkek bir toplumun iki ayağıdır, biri kırılırsa diğeri çöker.
Ayrıca, bu tür talihsizliklerin özellikle din eğitimi veren yerlerde olmasının bir başka ve önemli sebebi, sanat ve bilimin dışında kalmalarıdır diyebilirim. Siz de bilirsiniz ki sanat insan ruhunu hem besleyen hem de üretkenliğini yükselten en önemli damardır. Atatürk boşuna demiyor; “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir,” diye. Sanatı özellikle yasaklayan bir dinden ne umabiliriz?
Ya bilim? Hani eski bir atasözümüz vardır, güneş girmeyen eve hekim girer, der. O hesap, bilim girmeyen beyne, hurafe girer. Bilim insan beyninin güneşidir. Tüm bu olumsuzluklar toplandığında, sözünü ettiğiniz dinî oluşumlar karanlık, küf kokan zihinlerin barındığı kurumlar olup çıkıyor.
Çocuk istismarına karşı yürütülen pek çok kampanya mevcut. Özellikle de anlık reaksiyon gösterebilmesinden ötürü sosyal medya, bu mücadelede önemli bir yerde duruyor. Öyle ki bazen serbest bırakılan suçlular, sosyal medyadan gelen tepkiler sonucunda yeniden yargılanıp hapse atılıyorlar. Yani devletin yasaları halkın baskısıyla ilerliyor. Bu konu üzerine çalışmış bir yazar olarak siz, çocuk istismarı ve aynı zihniyetin bir adım sonrası olarak kabul edilen kadın cinayetleri konusunda var olan yasaları yeterli buluyor musunuz? Bunun önüne geçebilmek için devletin ne gibi önlemler alması gerekiyor sizce?
Güldürmeyiniz beni. Memlekette adalet mi var ki yerini bulsun? Sorun kanunlarda değil, kanun uygulayıcılarda. Şu günkü hukuk anlayışında, önünde dinî bir titr bulunan her kurum ve kuruluş zinhar masumdur gibi bir eğilim var. Çocuk tecavüzünden mi yargılanıyor?
“Olamaz, bakınız ne kadar da dini bütün bir insan, alnı secdeye değiyor. Çocuk ona gösterilen sevgiyi kesin yanlış anlamıştır.”
Kadın cinayetinden mi suçlanıyor?
“Yok efendim, bakınız mahkemeye gelirken kravat takmış, bu adam cinayet işlemişse bile kesin onu kadın azmettirmiştir zaten!” deyip ilkin tutuksuz yargılanma, sonrasında devasa ceza indirimleri… Şu memlekette en değersiz iki nüvedir kadın ve çocuk. Ve bilirsiniz ki aslında kadın, vatanın anası; çocuksa, vatanın geleceğidir. Bu ikisini gözden çıkarmış; laiklik ve evrensel hukuk anlayışından uzaklaşmış bir ülke hem sömürüye açıktır hem de yok oluşa. Umarım bir an önce aklımızı başımıza toplayıp, ülkeyi yobaz esaretinden kurtarabiliriz…
Romanın başında Elif’in birine işkence ettiğini okuyoruz. “Kırk yıldıza kıydın, kırk yeri kırılası!” diye tekrar ederek bütün hırsını çıkarıp intikam almaya çabalıyor. Yani devletin yetersiz kaldığı yerde de kişisel “adalet” devreye giriyor. Peki kişisel adalet, adalet midir?
Elbette değildir. Fakat hukukun olmadığı yerde orman kanunları geçerlidir. Ve kanunların en acımasızı orman kanunlarıdır. Bir yazar arkadaşım, “Bu romanda Elif sensin. O adama işkence eden de sensin,” dedi. Düşündüm… Elif’in yerinde olsaydım, yapabilir miydim o işkenceleri? Sanmıyorum. Fakat başına böylesi kahredici bir durum gelen aileler gördüm. Yukarıda bahsettiğim, gençlik yıllarımda tanığı olduğum olay şuydu: Köyümüzden dinî bir yurda gönderilen küçük bir erkek çocuk, yurtta tecavüze uğramış ve bir şekilde ortaya çıkan bu durumdan dolayı aile kendi içine kapanmıştı. İnsanlar böylesi can acıtan durumları, utanç kaynağı olarak görüyorlar ve bırakın şikayet edip hakkını aramayı, kimselerin duymaması için sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Ve daha da acısı özellikle küçük yerlerde, utanç içinde kıvranan o aileye vebalı gibi davranılıyor. Hal böyle olunca kırk yıldıza kıyan adama işkence eden Elif’i anlamamak ne mümkün…
Kitabınız akıcı bir dile sahip. İşlediğiniz konu hayli sert olsa da üslubunuza nahiflik hâkim. Buradan yola çıkarak şunu sormak istiyorum; geçtiğimiz aylarda Zümrüt Apartmanı’nın yazarı Abdullah Şevki, Gül ve Düşün’ün yazarı Musa Dinç, kitaplarında pedofili ifadeler geçtiği iddiasıyla hapisle cezalandırıldılar. Hatta Duygu Asena’ya, Ayşe Kulin’e ve hatta Pertev Naili Borotav’a dahi böylesi suçlar isnat edildi. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce yazarlar istedikleri konuyu istedikleri şekilde yazma hakkına sahip midirler? Yazmak herhangi bir nedenle kısıtlanabilir mi?
İnsana, yaşama dair ne varsa yazılabilir. Üslup yazarın karakteri ile uyumludur. Böylesi hassas bir konuda yazarken, yazar ne tecavüzcü olmalıdır ne de tecavüze uğrayan. Eğer objektif olarak ele alabiliyorsanız o zaman ne okur rahatsız olur ne okunan. Elbette bu konuda her yazar farklı düşünebilir. Bazen doğru yere dokunabilmek ve dikkat çekebilmek için kanatmak gerekir. Dediğim gibi bu konu daha çok yazarın tercihidir.
Kış’ın kurgusu da dilin akıcılığına hizmet edercesine oluşturulmuş durumda. Gerek hikâyedeki bölümler gerek üslubunuz görsel bir temel üzerine inşa edilmiş. Okumakla izlemek birbirine yaklaşıyor, diyebilir miyiz?
Ne kadar güzel bir yorum! Evet evet! Bir roman aynı zamanda bir sinema filmidir. Üstelik yönetmen bizzat okurun kendisidir. O sinema filmi önce benim beynimde canlanıyor ve aktardığım cümlelerle okurun hayal dünyasında perde açılıyor. Yorumunuza çok teşekkür ederim.
Elif’in en büyük destekçisi olan, tekerlekli sandalyeye mahkûm, malulen emekli bir asker olan Sefa, Elif için Kış’ı yaza çevirmeye gayret gösterse de kendi içindeki Kış’la barışabilmiş değil. Son derece de rasyonel aynı zamanda. Hatta bir yerde Elif’e şöyle diyor. “Vatan için ölmek benim görevim. Sivil halkın görevi, vatanı temiz tutmak, işini iyi yapmak, hak ve hukuka saygılı olmak. İçine sıçtığın vatanın uğruna ölmenin anlamı yok bence.” Sanırım en büyük kırılma noktamız bu. Hepimizde bir ideal toplum fikri var, hepimiz en doğrusunu biliyoruz ama her şey, her geçen gün daha da kötüye gidiyor.
Her insanın içinde bir kış vardır ve herkesin kışı kendi karakteriyle örtüşür. Kiminin kışı derindedir ve dışarıda mevsimler değişse de o, içeride tipide üşüyen kanadı kırık serçedir. Kiminin kışı yaşadığı anla ilişkilidir ve acı hafifledikçe yerini çiçekli bahçelere bırakır. Kış’ın ana karakteri Sefa gibi insanların kışı, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirindeki “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe” suretindedir. Sefa’nın vatan sevgisinden anladığını maalesef bu ülkenin insanı henüz anlayabilmiş değil. Sokağa çöp atan, piknik ateşiyle orman yangınlarına sebep olan ama lafa gelince vatan uğruna ölürüz diyen sürülerle yaşıyoruz.
Yeni bir çalışmanız var mı şu sıra?
Çok şeker bir kitap planlıyorum. Hem baskısı hem içeriği farklı olacak. Şimdilik beynimde şekilleniyor, klavyeye düşmeye başladığı an hem fikir hem de ben keyiften dört köşe olacağız. Umarım aynı keyif okurlarıma da geçer. İçinde mizah, bilim, felsefe, edebiyat elim sende oynayacaklar.
Şu harikulade röportaj için tekrar teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (26 Kasım 2020)