Söyleşi: Zümrüt Muştalı
Emirhan Dağkan G.’nin İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Ruhaltı Çocukları babasız büyüyen insanları oldukça içeriden ve samimi bir dille anlatıyor. Yazar bu ilk kitabında zor bir hayattan geçmiş iki insanı bir noktada buluşturuyor ve onların geçmişlerini deşerek, kimseye anlatamadıkları hikâyelerini bir bir gün yüzüne çıkarıyor. Genç yazarla babasız yaşamayı, edebiyatı, yarına kalmayı, mutluluğun ve hüznün bir aradalığını konuştuk.
İki ana karakteriniz İhsan ve Kenan, birbirlerini tanımayan baba ve oğul. Kan bağı dışında, bir bağları veya benzerlikleri var mı karakterlerinizin?
İkisi de aynı yolu izliyor, derdinden kurtulabilmek için. Hayalperestlik ve kendi içinde kaybolma mevzusunda aynı kanallardan ilerleyen aynı insanlar olduklarını söyleyebilirim. Ama Kenan, yapısı gereği babası kadar rahat değil ve kendine dahi itiraf edemediği bir baba sılası yaşadığından, bunu çok daha farklı bir şekilde dışa vuruyor.
Sanki baba ve oğul yer değiştirmiş gibi. İhsan aklını kaybetmiş ve Kenan tarafından yönlendiriliyor. Ne dersiniz?
Aslında sadece İhsan değil, metindeki bütün karakterler ve metin boyunca gelişen tüm olaylar dolaylı olarak Kenan tarafından yönlendiriliyor. Çünkü hayatı boyunca babasını hiç tanımamış ve tanıyamayacak olduğundan, uç uca eklediği ihtimallerinden bir dünya yaratmaya çalışıyor. Ve bunu yaparken de aklında tek bir şey var; beni ancak böyle bir baba terk etmiş olabilir. Kendine yakıştırdığı baba karakterini yarattıktan sonra da aynı mantığı sürdürüyor ve “Böyle bir babanın, ancak böyle bir geçmişi ve böyle bir çevresi olabilir,” diye devamını getiriyor.
Çocukluk üzerine yoğunlaşmışsınız. İhsan çocukluğunu tam yaşayamamış gibi. Üstelik yaşlılığında tekrar çocuklaşmış ama bu ikinci çocukluğu daha beter geçiyor. İhsan’ın bu iki çocukluğu arasında bir fark var mı?
Çocukluk kavramını yaş bazlı değil de müfredat odaklı deşersek, İhsan sadece bir kez yaşayabiliyor çocukluğunu. Dört, beş, altı… yaşlarını yalnızca küçük bir insan olarak geçiriyor. Haliyle ortada, aralarında fark aranabilecek farklı “çocukluk” dilimleri yok sanırım. Bunun dışında, büyükken yaşadığı çocukluğunun içindeki dertler, küçük yaşta başına gelenden daha ağır değil bence.
Baştan attığınız düğümleri, geriye dönüşlerle tek tek çözmeye çalışıyorsunuz. Geçmişe büyük bir önem veriyorsunuz. Kitabınızdaki geçmişi bu kadar önemli kılan ne?
Sebep-sonuç ilişkilerinde, ilkinin ikincisinden daha önemli olduğunu düşünüyorum. On insan, ilk seferde, aynı sonuca, aynı yoldan ulaşır. Çünkü “akla ilk gelen” diye bir şey var. Misal; “Büyük bir insan, küçük bir çocuğa simidinin yarısını neden verir?” diye sorsak, aşağı yukarı herkes aynı cevabı verir. Ama aynı insanlardan ikinci bir çıkış yolu türetmelerini istediğinizde sonsuz olasılık peyda olur bu kez. İkincinin içi, hepsi için, ayrı ayrı, çok farklı kılıflar, nedenler ve bahanelerle doludur ve bunlardan da öte, yorum yapılan, kafa yorulan ve üzerine daha fazla düşünülen kısımdır. Ben de yazdığım olay ve karakterler için, ikincinin içinden bir “geçmiş” seçtim kendime ve kitapta sonuçtan sebebe doğru bir anlatım tarzı seçtiğimden, ister istemez bütün düğümleri çözmek zorunda kaldım.
Kurgu, edebiyatınızın en değerli parçası gibi. Bölümler titizlikle yerlerine oturtulup büyük yapıyı meydana getirmiş. Bu bağlamda, edebiyat anlayışınız için neler söylersiniz?
Kurgunun en değerli parça olduğunu bu kitap için söylemek doğru ama eğer oluşturabilirsem “edebiyatımın” en değerli parçası olduğunu söylemek için henüz çok erken. Bundan sonra da yine kurgusuna çok fazla önem verdiğim hikâyeler, romanlar yazabilirim belki ama asıl istediğim yarına kalacak eserler yazabilmek. Tabii yarından kastım şu; elli yıl sonra kitabı okumamış bir insan, eline geçerse şayet elbette alıp okuyabilir bunu. Fakat zaten okumuş bir insanın, bir yıl sonra, iki yıl sonra bir kez daha okumak isteyeceği bir eser ortaya koymak için; kurguyu olmasa bile, olay ağırlığını biraz arka planda bırakmak gerekiyor. Üslubun, durumun ve yorumun en değerli parçam olacağı bir edebiyatı, ilkine yeğlerim. Sonuçta, “Adam şuraya gidiyor ve sonra şu oluyor ve nihayette meğerse o adam şuymuş,” mantığıyla, salt okuru şaşırtmak için yazılmış bir eseri kaç kez okuyabilir ve o olaya kaç kez şaşırabilirsiniz ki?
Roman boyunca bazı yan anlatılar da var. Mesela, Erol’un hikâyesi bunlardan en dikkat çekeni. Metnin gidişatında bu bölümler nasıl bir rol oynuyor?
Yan anlatıya, evet, gerçekten önem verdim bu romanda. Zira yaşadığımız hayatta da içinde olduğumuz hikâyenin ya temelinde ya sağında ya da solunda, asıl olayı etkileyen, oluşturan, geliştiren ve perçinleyen başka bir hikâye mutlaka oluyor. Ben de işime yaradığı kadarıyla bu ayrıntıyı kullanmaya çalıştım. Yaratacağım öyküye göre de, bundan sonra da kullanabilirim.
Son olarak, kullandığınız dil üzerine biraz konuşabiliriz. Acıklı şeyler anlatıyorsunuz; fakat diliniz oldukça mizahi. Niçin bu tezatlık?
Anlattığım şey ne kadar acıklı olursa olsun, önünde yahut arkasında gülen ve eğlenen insanlar bundan sonra da var olacaklar ve ben de bu mizahi dili elimden geldiğince kullanmaya devam edeceğim. Çünkü “dışın” basitliği ile “için” karmaşıklığı aynı mekânda var olabiliyorlar. Siz gülmeseniz bile, yan masadaki insan bütün rahatlığıyla gülüyor. Hatta siz o an için gülmeseniz bile, öncesinde mutlaka gülmüştünüz veya sonrasında illa ki güleceksiniz. Sürekli mutlu ya da sürekli hüzünlü olmak mümkün değil. İnsan, ruh haline göre gün aşırı tezat yaşayan bir varlık zaten. Ben de bunu hem karakterlere hem de dilime yansıtmaya çalıştım ilk aşamada. Tezatlık konusunda ikinci bir sebebim daha var, o da şu; okuru şaşırtmak ve heyecanlandırmak için yazılan bir romanda, ilk sayfadan itibaren aynı üslubu kullanarak anlatı yaratmak, arzu edilen etkiyi azaltacaktır. Bu biraz, bir insanın birinci kattan ve beşinci kattan atlamasına benziyor. Öykünüzü paylaştığınız insanları üst katlara çıkarıp, oradan atlatmak için de mizah iyi bir araç diye düşünüyorum. Annenizi kaybettiğiniz günden bir gün sonra babanızı da kaybetmeniz ile evlendiğiniz gün babanızı kaybetmeniz arasında duygu yoğunluğu ve düşüşü olarak bayağı fark var.
Söyleşi: Zümrüt Muştalı – edebiyathaber.net (10 Nisan 2015)