Emrah Polat, edebi olarak karanlık romanlarıyla tanınan, şehrin kenarlarını, yeraltı dünyasını, ahlakın ve kanunun pek hatırlanmadığı saatleri anlatan bir yazar. Yeni çalışması Alocu Tilki’nin Serencamı, İletişim Yayınları’ndan çıktı. Bir dolandırıcının başına gelenleri ironik, kederli ve mesafeli bir soğuklukla anlatan yazarla yeni romanını, dolandırıcıları, yaşadığı şehri ve edebiyatı konuştuk.
Önce kitabın ismiyle ilgili sorayım, nedir bu Aloculuk… Alocu Tilki bir masal kahramanını andırıyor, argoyla ilgili bir gönderme galiba…
Bir tür dolandırıcılık, telefonla yapılanından. O dünyada bu işe aloculuk deniyor. Bu tür dolandırıcılar umut dağıtarak, acındırarak ya da korkutarak iş görüyorlar. Kendilerini asker, polis, belediye başkanı gibi bir otorite figürü olarak tanıtabiliyorlar. Bazen engelliler yararına bağış adı altında para topluyorlar, bazen başka bir ”hayır” işi için. Sadık, klasik anlamda aloculuk dışında dolaplar da çeviriyor, bu konuda kendine göre gerekçeleri var tabii.
Yine Ankara ve yine şehrin suçla ilişkili yeraltı dünyasına dair karakterler ve olaylar anlatıyorsunuz. Edebiyat, hava karardığında yaşananları anlatırsa daha mı lezzetli oluyor?
Ankara doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım şehir. İstanbul’da da yaşadım ama yazacak kadar bilmem orayı. Sevdiğim, nefret ettiğim ama mecbur olduğum yer burası; o yüzden anlatıyorum burayı. Rahat hareket ediyorum burada. Başka yerleri de anlatıyorum ama sonra fark ediyorum ki her yeri biraz Ankara’ya benzetiyorum ya da oraların Ankara’ya benzer yanlarını görüyorum hep. Hani Yaşar Kemal, “Her yazarın bir Çukurova’sı olmalı,” der ya, biliyorsunuz metaforik bir cümledir bu; -esasen yazarın dilden başka coğrafyası yoktur- benim için Çukurova Ankara oldu sanırım, belki ileride başka yerleri de yazarım. Bir de tabii, peşine düştüğüm edebiyat anlayışını layıkıyla gerçekleştirebilmemin yolu bildiğim yerleri yazmaktan geçiyor; sonuçta inandırıcılık dozunu artırabilmek için “gerçekçi” bir edebiyat kurmam lazım. Saf anlamda konuşmak gerekirse, sanırım sözcüklerin büyüsüne kapılan, diyelim şiire yakın bir edebiyat anlayışına uzak benim romanlarım.
Sorunun ikinci kısmına gelince, elbette edebiyatın lezzeti neyi, hangi zamanı anlattığıyla ilgili değil. Yazarın ele aldığı konuyu nasıl anlattığı çok önemli malum, yine de “hava karardığında yaşananların” lezzeti başka tabii.
İnsanın karanlık yanı ve yaşamın karanlık yönleri dikkatimi çekiyor; karakterleri zorlu şartlara sokup onların çeşitli yüzlerini görmek istiyorum, bunu yaparken kendimden, şeytani yanlarımdan da besleniyorum. İdealize edilmemiş suç dünyası önceden beri ilgimi çeker.
Bir dolandırıcıyı var eden şey para hırsı mı yoksa kandırma gücü, başkası olma veya fethetme arzusu mu sizce? İnsana ister istemez Sülün Osman’ı yakın dönemlerdeki Selçuk Parsadan’ı hatırlıyor. Dolandırıcılar, mizahi bir tonla anlatıldılar hep, büyük edebiyatın o kadar da ilgisini çekmedi sanki.
Hepsi bence, ama öncelikle şu olsa gerek: Herkesten daha farklı ve zeki olduğuna dair sarsılmaz inanç. Çocukluktan kalma bir özellik sanki bu; kimilerine göre masumiyet, kimilerine göre hastalık… Dolandırıcılar bir tür oyun oynuyor diye düşünürüm hep, onlar için paranın ne kadar önemli olduğu tartışmalı bir mevzu; bence esas olan üstünlüklerini ve zekalarını göstermek.
Alocu Tilki, becerileri ve kıvrak zekasıyla Selçuk Parsadan’a benzer, ama ondan ketumdur. Parsadan, cezaevinden televizyonların ana haber bültenlerine para karşılığı bağlanıp dönemin Başbakan’ı Çiller’i nasıl dolandırdığını ballandırarak anlatacak kadar hoş ama -kendi mesleğini düşününce- tedbirsiz ve kontrolsüz bir adamdı. Hayatının her anı kahraman olduğunu ispatlama üzerine kuruludur. Anlatmayı çok sever, yakalanması da bu yüzdendir zaten. Bazı özellikleri itibariyle (fakirlere yardım etmek, para isteyeni geri çevirmemek, yalnızca zenginleri dolandırmak gibi) onun sosyal bir dolandırıcı olduğunu düşünürüm.
Aslında her konu edebiyatın ilgisini çekmeli, belki klasik olacak ama dolandırıcılar da insan nihayetinde; hem kahraman, hem çaresiz.
Romandaki bütün dolandırıcılar kaybedenlerden görünüyor. Küçük insanların küçük dolandırıcıları mı bunlar veya şöyle sorayım: küçük dolandırıcılar, büyük dolandırıcıları taklit mi ediyorlar?
Başka bir soyutlama seviyesinden bakarsak, dolandırıcılık en genel tanımıyla, çeşitli yollara başvurarak rıza/ikna/kandırma yaratıp insanları sömürme işine verilen ad biliyorsunuz. Kapitalizmin yaptığı da bir bakıma bu esasen. Bu durumda en büyük dolandırıcı kapitalizm oluyor. Herkes onun içinde derece derece yer alıyor, dolayısıyla hepimiz dolandırılıyor ve dolandırıyoruz. Kimimiz az, kimimiz çok; “becerimize” bağlı.
Dolandırıcılığı meslek olarak benimsemiş insanlara gelirsek, araştırma sürecinde gördüğüm hiçbir dolandırıcının para tutamadığıydı, hayatlarının bir dönemini lüks içinde geçirenler de dahil buna. Haydan gelen huya gidiyor yani. Tilki’yi “para tutma” meselesinde diğerlerinden farklılaştırdım, ama -başka bir nedenle de olsa- onda da eriyip gitti paralar.
Romanda tuhaf bir sakinlik var, kötü şeyler oluyor ama sanki normalmiş ya da düzelecekmiş gibi bir hissiyat sürdürülüyor. Anlatıcı tercihinizi konuşalım istiyorum.
Sanırım hastane bölümlerini kastediyorsunuz. Buralarda bazen çok şiddetli/etkili anlar anlatılıyor, ama bir mesafeyle anlatmayı tercih ettim. Bu, Kosinski’nin ‘Boyalı Kuş’ta başarıyla uyguladığı bir yöntem: Gerçek ya da değil ama şiddet/acı/etki işte bu satırlarda diyorsunuz, iyi ya da kötü olarak yargılamak okura kalmış bir şey. Amacınız bu olunca her gün ameliyata giren bir beyin cerrahı gibi elinize o malum testereyi alıyorsunuz, işinizi yaparken arkadaşlarınıza takılmadan da edemiyorsunuz tabii, son kertede mizah olmadan çekilmiyor hayat.
Sonlara doğru -Alocu Tilki’nin ruh halindeki değişmelerle birlikte- mizah duygusunun azaldığını söyleyebilirim, yok olmadı, ama azaldı.
Böyle bir reçete var mı sizce? Mizah, iyimserlik ya da koyulaşan bir karamsarlık… İyi bir romanda hepsinden izler olmalı denebilir mi?
Reçete değil ama bir tür “formüle” bağlı kalmaya çalıştım: Romanda Sadık’ın yürüme umudu gittikçe azalıyor biliyorsunuz. Karamsarlıkla mizahı ters orantılı olarak vermeye gayret ettim. Karamsarlık ne kadar artar, koyulaşır, iyimserlikten uzaklaşırsa mizah da o kadar azalsın istedim.
Belli bir noktadan sonra roman da bunu istiyor, hissediyorsunuz. Benimkini dışta bırakarak konuşuyorum, iyi romanları oluşturan iki husus arasındaki denge aslında; yazarın niyetleri ve romanın istekleri. Esasen yazar genellikle heykeltıraş gibi çalışmak zorunda: Ne kadar uğraşırsanız uğraşın başta tasarladığınız biçimi, mermeri yontarken bulamazsınız; çünkü o size direnir, bir şeyler ister sizden. İlla aklımdaki biçimi elde edeceğim diye diretirseniz mermeri kırarsınız, kendinizi ona bıraktığınızda ise ortaya çıkan heykeli anca Melih Gökçek’e satabilirsiniz. Mesele -her işte olduğu gibi- kendi isteklerinizle, üzerinde çalıştığınız “nesnenin”/malzemenin/konunun istekleri arasında bir kıvam bulma meselesi.
Roman belli bir noktadan sonra bir hastane hikayesine dönüşüyor, baştaki Peyami Safa epigrafını da hesaba katarak soruyorum. Hastane için romanın bir karakteri diyebilir miyiz?
Elbette diyebiliriz, yerinde bir tespit bence. Romanın ‘Boyalı Kuş kadar etkili, ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ kadar -hatta bazen daha fazla- “kasvetli” olmasını istedim, bir de dediğim gibi bunlara mizah duygusunu katmaya çalıştım. Şifa dağıtırken bile bir kışla, bir hapishane gibi bedeni disipline etmeye çalışan hastane, Sadık ve onun gibilerin dünyasına, hayallerine, umutlarına çeper çeker aslında. Alocu Tilki’nin Serencamı bir bakıma, tesviye edilemeyen bedenin “gülünç” çaresizliğidir.
Roman boyunca para konuşuluyor, acı olan sağlık sisteminin de parayla dönmesi. Sürekli para hesabı yapan, yaptıkça karamsarlığa düşen Alocu Tilki, hastaneye mağlup oluyor sanki…
Gerçekten öyle, hastane iliğini pis pis kemiriyor Tilki’nin. Yakında sağlık meselesinde Amerika’yı yakalayacağız; parası olan yaşar, parası olmayan ölür.
Biliyorsunuz neo-liberal sağlık politikalarının sonucu bunlar; sosyal güvenceniz varsa (onu da her gün aşındırıyorlar ama) bir parça güvende oluyorsunuz. Diğer durumlarda işiniz Allah’a kalmış. Geçenlerde üst solunum yollarım iltihaplandı, acil olarak yakınlardaki özel bir hastaneye gittim, SGK’lıyım, başka özel hastanelerden biliyorum, acil gidildiğinde para almıyorlar. (Acil Servis’lerle olan münasebetim anlaşılıyordur sanırım.) Neyse, gittik hastaneye, adını vermeyeyim reklam olur, ama sahibi futbolla ilgili mümtaz bir abimiz. Doktor muayene etti, reçete yazdı, serum taktılar, para almazlar diye düşünüyorum, meğer sigortayla anlaşmaları yokmuş, bir fatura çıkardılar, 352 lira. Kıytırık bir işlem için aldıkları paraya bakın! Alocu Tilki’nin hastaneyle “ilişkisini” düşünün bir de, mağlup olmamak elde mi? Üstelik sosyal güvencesi de yoktu onun.
Otobiyografik bölümler oldu mu bu bölümlerle ilgili?
Evet oldu. Genelde ilk romanların otobiyografik olduğu söylenir, ama bence her roman bir parça otobiyografiktir. Kuşkusuz bunu söylerken yazarın dış dünya gerçeğinden belli ölçülerde bağımsız bir dünya tasavvur etmek zorunda olduğunu da belirtmem gerekiyor. Malum nedenden dolayı uzunca bir süre hastanelerde kaldım; oralara hakimim yani. Yaşadıklarım, gördüklerim, duyduklarım hastaneyi inandırıcı bir dille anlatmamı sağladı.
Bir şey paylaşmak istiyorum yalnız: Basılmadan önce romandan birkaç sayfayı babama okudum; son yıllarda bu kadar güldüğümüzü hatırlamıyorum, esasen çok rahatsız edici yerlerdi okuduklarım. Romanı okuyanların, yazılanların tümünü benim yaşadığımı zannedeceğini tahmin ettiğim için nereler olduğunu söyleyip “büyüyü” bozmak istemem doğrusu. Son tahlilde, “Hayatım roman olur!” klişesine inanmam, romanın kendine özgü kuralları vardır, öyle olsaydı en büyük romancı Napolyon Bonapart olurdu; esasen bir romancıyı büyük yapan hayatının değil romanının büyüklüğüdür.
Son soru, yazım süreciyle ilgili… İlk fikir, oluşum süreci… Roman nasıl yazıldı anlatır mısınız?
Gogol’ün ‘Ölü Canlar’ romanını, yaşamı da çok ilginçtir bu arada Gogol’ün, okuduğum döneme (epey geç okudum) denk düşüyor aslında dolandırıcılık üzerine bir roman yazma isteği. Üzerine Selçuk Parsadan’ın bir röportajını okumam bu isteği kamçıladı. Sonra araştırma süreci başladı, dava dosyaları, gazete kupürleri, dolandırıcılıkla ilgili somut olaylar, birkaç kitap vs. Başlarda kaçma kovalama hikayesi olsun istiyordum, polisi katarım diye düşünüyordum. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gittim, beni resmen sepetlediler, nedenini bilmiyorum, belki de Gezi’nin hemen sonrası olduğu içindi… Üçüncü tekil kişi kullanarak parça parça dolandırıcılık hikayeleri yazıyordum o zamanlar, karakter sayısı çoktu, hastane bölümleri hiç yoktu.
İtiraf etmeliyim, İletişim Yayınları editörü Levent Cantek olmasaydı bu roman olmazdı, olurdu da böyle olmazdı. Onun önerileri doğrultusunda roman biçimlendi, ne bileyim ben de şaşırdım, güzel bir şey oldu yani. Neyse bu konu uzar, son olarak şunu söylemek istiyorum: Bir yazar ancak Levent Cantek kalibresinde bir editörle çalışma şansını yakalayabilirse yazarlığın aslında ne demek olduğunu anlayabilir.
Serap Uysal – edebiyathaber.net (17 Ekim 2014)
Fotoğraflar: Maksut Uzun