Söyleşi: Aynur Gürül Turan
Bitmesi Gerektiği Gibi öykü kitabının yazarı Emre Nazım Mert’le söyleştik.
Yazmaya ne zaman başladınız? Sizi yazmaya teşvik eden, edebiyata ya da öykü türüne yönlendiren özel bir neden var mı?
Küçüklüğümden beri okumaya meraklıyım. Oldum olası bir şeyler karalardım ama ciddiyetle yazmaya başlamam yirmilerimin başına denk düşüyor. “Gerçi aklımızla okuruz ama, sanat zevkinin yeri iki kürek kemiğinin arasıdır. Sırtımızdaki bu ürperme, insanlığın ulaşabildiği en yüksek heyecandır” der Nabokov. Galiba ben o heyecanın bağımlısıyım. Her şeyden önce bu yüzden okuyorum, hayal kuruyorum, yazmaya çalışıyorum.
Murathan Mungan Paranın Cinleri’nde yazma eyleminin arka planından bahsederken “…yaşantısal malzemenin yapıntıya dönüştürülmesi, edebiyat için temel sorunlarımdan biri olmuştur” der. Edebiyatla kurduğunuz bağı, kurmaca yazmayı, Bitmesi Gerektiği Gibi’ye doğru ilerleyen süreci nasıl tarif edersiniz?
Edebiyatla kurduğum bağı tanımlamam pek kolay değil. Edebiyat bence kara delik gibi bir şey. Önüne gelen her şeyi yutuyor, yeri geldiğinde malzemesine yeni bir biçim veriyor, yeri geldiğinde olduğu gibi bırakıyor. Sabır istiyor, ilgi bekliyor, okuyup beslenmezseniz yüz vermiyor. Anlatıcınızın dilini keşfetmiş, kafanızdaki düğümleri çözmüşseniz kurmaca yazmak çok keyifli, coşkulu bir iş. Tabii her zaman mümkün değil bu, hemen bir yayıncı bulmanız da kolay değil. Hem tatlı hem de sancılı bir süreç.
Kısa yalın cümlelerle, işlevsel diyaloglarla, akıcı, anlaşılır ve gündelik bir dille, hikâye anlatır gibi yazıyorsunuz. Örtük anlatımınızla, toplumsal algı yönetimi, ifade özgürlüğü, adam kayırmacılık, baskı ve dayatma, iktidar, zulüm, korku, geleneksel İslam inancında mesh (bir başka varlığa-çoğunlukla yılana-dönüşmek), işsizlik, uyuşturucu, alt-kentlilik, yoksulluk, mültecilik, toplumsal galeyan, ötekilik gibi konularda da düşündürüyorsunuz okuru. Öykülerinizde sıkça leitmotiv kullanmışsınız. Yer yer de yansıma, kişileştirme, mecaz, ikileme, ironi gibi anlatımı güçlendiren edebi teknikler dikkat çekiyor. Üslubunuzu belirlerken nasıl bir okur profili hedeflediniz ya da öykülerinizi yazarken bunu dikkate aldınız mı?
Dikkatli okumanız için teşekkürler. Hedefimde tek bir okur profili yok. Ateş başında hikâye anlatan atalarımız kabilenin şefine de, delisine de aynı hikâyeyi anlatıyorlardı. Ben de yazdıklarımı herkes okusun isterim.
“Adam Gözünü Açtı” kitabın ilk öyküsü. Farklı okumalara açık, alegorik bir öykü. Adından da anlaşılacağı üzere kahramanın bir uyanma/aydınlanma hali içinde yaşadıkları öyküye konu edilirken, ‘pislik’ mecaz anlamda kullanılarak distopik bir atmosfer yaratılmış. Okunduktan sonra da bitmeyen, zihinde yazılmaya devam eden bu öykü en sevdiğim öykünüz oldu. Kahramanın, “Önce hiddet, ardından şefkat ve temizlik” demesiyle kaosun ardından gelecek güzel günlerin umudu besleniyor, ütopya çağırılıyor gibi. Ülkece zor zamanlardan geçtiğimiz şu günlerde, “…şehrin ve insanların böyle bir afete ihtiyacı vardı” cümlesi epey düşündürdü beni. Felaketler, toplumsal tedavi sürecimiz için bir çözüm olabilir mi sizce?
Öyküde yaşanan afet, temizlik hayalleri kuran başkarakterin beklediği sonuçları vermiyor. Ama kurmacayı kendi sınırları içerisinde bırakmak en iyisi. Şahsen, insan ya da doğa kaynaklı herhangi bir felaketin herhangi bir meseleye derman olabileceğini sanmıyorum. Ancak felaketten çıkarılacak dersler bir çözüm sunabilir. Bu dersler için de bir çeşit toplumsal mutabakat lazım. Aksi halde felaketlerden geriye yalnızca trajedi kalır.
İlk iki öykünüzde insanlar korku ile iç içe. Kahramanlarınız otoriteye ve güce boyun eğmeyen, savaşan, korkuya direnç gösteren bireyler. Biliyorlar ki korkuları yenmek ve özgürleşmek, onlarla yüzleşmekle mümkün. “Bir zaman sonra alışacak, hiçbir şey görmeyeceksiniz.” “Paranı al ve git, buraları unut.” Öykü kişileriniz duyduğunu duymazdan, gördüğünü görmezden gelme, sorgulamama, bir anlamda uyumlu olmayı telkin ediyor. Hemen her toplumda uyumsuz bireylerin problemli sayıldığını, dışlandığını görürüz. Gücü elinde tutanlar tarafından korkunun insanları manipüle etmek, baskılamak için kullanıldığı, korku toplumu yaratılmaya çalışıldığı günümüzde, ustasının Korkut’a öğretisine uyup, “su gibi uyumlu” olma isteği öykülerinizde sorunsallaştırdığınız şey diyebilir miyiz?
Korkut’un mottosunu sizin açınızdan düşünmemiştim. Korkut bir nevi acayip işlerle uğraşan bir dedektif. İnsanlarla, acayip mahlûklarla konuşuyor, onlarla yüzleşiyor. Dinledikleri, gözüyle gördükleri gerçeğin yakınından bile geçmiyor bazen. Bu yüzden Korkut ne türden bir musibetle karşı karşıya olduğunu anlamak, strateji belirlemek için biraz uyumlu, hatta sinsi davranmak zorunda. Ama kaya gibi de sağlam durması lazım, yoksa tatlı düşlere kapılıp gitme, korkunç acılar çekme ihtimali var.
Öykülerde dil kullanımı, kelime seçimleri ve diyaloglar, öykülerin olay örgüsü, mekân, öykü kişileri ve atmosferiyle bir bütünlük oluşturmuş. Böylece okur öykülerin içine çekiliyor, öyküler kendini merakla okutuyor. “Testi” kenar mahallenin argo dilini olay örgüsüne yansıtmışken, köyde geçtiği halde “Köyün Sahibi” neden ağız ya da şive kullanılmadan anlatıldı? Edebi metinlerde şive kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
“Testi” bir kenar mahallede büyümüş/büyüyen, orada yaşayan, oranın diline ve kültürüne göre şekillenen karakterlerin bakış açılarından anlatılıyor. Öykünün dili buna göre kuruluyor, mahallelinin konuşma biçimi metne yansıyor. “Köyün Sahibi”ndeyse tek bir karakterin, Korkut’un bakış açısı var. Onunla birlikte yabancısı olduğumuz bir köye varıyoruz. Sadece onun düşüncelerine doğrudan şahit olup, o ne biliyorsa, ne öğreniyorsa onları bilip öğreniyoruz. Her şey Korkut’a göre şekilleniyor. Diyaloglar dışında köylülerin konuşma biçimi anlatıya yansımıyor. Tabii diyaloglarda azıcık eli sıkı davranmış olabilirim. Kurmacada ağız, şive kullanımına karşı değilim ama dozunu iyi ayarlamak lazım diye düşünüyorum. Elbette bu kendime koyduğum bir kural değil. Ege şivesiyle konuşan biri pekâlâ kendi ağzından bir öykü anlatabilir. Bu kişinin bilgeliği bir profesörün cümleleriyle aktarılmadığı sürece bence sorun yok.
“Köyün Sahibi” öykünüz okuru gizemin başarıyla çözüldüğü tekinsiz bir atmosfere davet ediyor. Çok eski çağlardan beri süregelen büyü, büyücülük, cin, lanet gibi halk inanışlarını sağlam bir anlatımla kurguya dâhil etmişsiniz. Merak ediyorum bu öykü bir araştırma neticesinde mi oluştu, yoksa bir yaşanmışlık mı söz konusu? Demek istediğim tasarlayarak mı yoksa yazdıkça gelişen bir kendiliğindenlik mi kuruyorsunuz öykülerinizi?
Bunlar benim zaten meraklısı olduğum meselelerdi. Küçüklüğümde, büyüklerimden öyküdeki musibete dair hikâyeler dinlemiştim. Büyüdükçe, okudukça bu musibet hakkında başka başka hikâyelere de denk geldim. Hatta bazıları benim dinlediğim hikâyelere çok benziyorlardı. Dinlediğim, okuduğum pek çok hikâyeden feyiz almaya çalıştım ben de. Süregelen, yer yer birbirini tekrarlayan bir anlatı zincirine yeni bir halka eklemek istedim belki. Böyle düşünmek hoşuma gidiyor. Bir öykü fikri bana göründüğünde hemen yazmaya oturmuyorum. İşe başladığımda kurgu kafamda aşağı yukarı hazır oluyor. En azından öykünün sonuna dair bir şeyler bilmek istiyorum. Aksi halde arabayla giderken bir otobüsün, kamyonun arkasında takılı kalmış gibi hissediyorum kendimi. Önümü göreyim derken yoldaki güzellikleri kaçırıyorum.
İlk iki öykünüz anlatıcı ve bakış açısı bakımından aynılık gösterirken diğer üç öykünüzde farklı anlatıcılardan ve farklı bakış açılarından dinliyoruz olayları. Balzac “Ben, demek yazar için tehlikelidir. Okur kitlesi sayıca artmasına karşın, bilinçlenme aynı oranda artış göstermez. (…) Bugün bile hâlâ pek çok insan, roman kişilerine verdiği duygular nedeniyle, yazarı suç ortağı yapma gülünçlüğüne düşer. Eğer yazar ‘ben’ diyorsa, hemen hemen herkes onu anlatıcıyla karıştırmak eğilimindedir” der. Bu konuda sizin düşünceniz nedir? Anlatıcı ve bakış açısı çeşitliliğini dikkate alarak mı yazıyorsunuz?
Thomas Bernhard gibi hep kendi öfkesinden, yaşantısından, düşüncelerinden beslenen (en azından öyleymiş gibi görünen) yazarları ayrı tutuyorum. Kurmaca yapıtlarda “ben” bahsi çetrefilli bir mevzu. Bir yönüyle iltifat olarak algılanabilir. Okur kendini anlatıya öyle kaptırmıştır ki her şeyi, en azından anlatının bazı kısımlarını gerçek sanmıştır. Fena değil, hiç fena değil. Ama makul, tecrübeli bir okurun, yazan ile anlatıcı ses arasındaki farkı gözetmesi gerekir. Şahsen anlatıcılarımın, karakterlerimin sözleri, düşünceleri tümden bana mal edilirse canım sıkılır. Çünkü hiçbiri ben değilim. Karaktere kendi adımı vermiş olsam bile ben değilim o. Hep aynı anlatıcı sesi kullanmamayı, bakış açılarını, bakış açıları arasında gezinirken bilinçli, kontrollü olmayı önemsiyorum. Başarabiliyorsam ne mutlu.
Ülkemizdeki mülteciliği sorgulatarak yanı başımızda yaşayan sığınmacıların sorunlarına dikkat çeken “Bitmesi Gerektiği Gibi” öyküsünü neden iki sonlu kurguladınız? Bu bağlamda bir okur olarak cevaplamanızı isterim, okuduğunuz bir eserin genellikle mutlu sonla mı bitmesini istersiniz?
Okurken, her şey yerli yerindeyse, mutlu, mutsuz sonlara pek aldırmam. “Bitmesi Gerektiği Gibi”de anlatıcının şahit olduğu buruk son bir boşluk duygusu yaratıyordu. Sadece kısmen mutlu sonu kullandığımdaysa öykü iyi niyetli bir fantezi gibi durdu. İkisini bir arada kullanmak uygun göründü bana. İyi dileklerde bulunmak gibi bir şey. Gerçek hayatta da böyle olmaz mı? Can sıkıcı bir olay duyarız, şahit oluruz, bizden daha bahtsız insanlara rastlarız, elimizden bir şeyler gelir, gelmez, neticede aklımızda iyi dileklerle yolumuza devam ederiz. Ama gerçek orada duruyordur ve o dilekler çoğunlukla tutmaz.
Alışık olunduğu üzere, kitaptaki öykülerden biri kitaba adını vermiş. Kitabınızın en kısa, diğerlerinden görece daha az yoğun öyküsünü ad olarak seçmenizin bir sebebi var mı?
Dosyaya isim vermekte zorlanmıştım. Sonunda bir karar vermem gerektiğinde o gün bana en hoş gelen öykü adını seçtim.
Post-truth, dünyada, hakikatin ciddi biçimde manipüle edildiği, kitle iletişim araçlarının yalanı bizzat gerçekmiş gibi sunduğu 21. yüzyıl için kullanılmakta ve algıların, nesnel gerçekliğin silikleştiği, yalan ve gerçeklerin bükülerek iç içe geçirilmesinin sıradanlaştığı bir çağı temsil etmektedir. Arendt bir makalesinde, yalanın, geçmişte sadece karşı tarafı aldatmak ve ondan çıkar elde etmek amacıyla söylenmesine karşın, günümüzde tüm kitleleri kandırmak için söylenebildiğini, yaratılan karmaşıklığın da kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, daha da güçlendiğini savunur. “Adam Gözünü Açtı” öykünüzün izleğinden de hareketle siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Algı yönetimi girişimlerinin, iyi, kötü niyetin ötesindeyiz bence. Artık herkesin kendi yorumunu, doğrusunu dolaşıma sokup dünyanın öbür ucundakilere iletme imkânı var. İnsanlar, bu devirde, yazarının açıkça uydurduğunu belirttiği efsanelere inanabiliyor. Belgeli, kanıtlı tarihi yeniden üretiyorlar. Dijital köylerimizde, mahallelerimizde dünyanın dört bir yanından pompalanan bilgi akışlarına maruz kalıyoruz. Ne kadarı gerçek, nerede durmalıyım diye düşünürken çıldırmak işten bile değil. “Adam Gözünü Açtı”nın başkişisi de bir noktada çıldıracak seviyeye geliyor. Belki de gerçekten çıldırmıştır, kim bilir, beni şaşırtmaz bu.
edebiyathaber.net (21 Şubat 2022)