Tarık Buğra’yı unutulmaz romanları ile tanırız. Adını andığımızda Küçük Ağa, Osmancık, Dönemeçte, Yağmuru Beklerken gibi klasikleşmiş romanları hemen aklımıza gelir. Tarık Buğra’nın edebiyata girişi hikâye ile olmuş. İstanbul Erkek Lisesi’nde hocası Hakkı Süha Gezgin’in teşvikiyle ilk hikâyelerini yazmaya başlamış. 1948’de Cumhuriyet gazetesinin açtığı Yunus Nadi Hikâye Yarışması’nda “Oğlumuz” adlı hikâyesi ile ikinci olması, onun için bir dönüm noktası olmuş. 1949’da yayınlanan ilk kitabı da ödüllü hikayesinin adını taşır; Oğlumuz.
Tarık Buğra dediğimizde tiyatro, senaryo çalışmalarını da anımsarız ama aklımıza gazeteciliği, köşe yazarlığı gelmez. Oysa ilk yazmaya başladığı, sağlığı el verdiği müddetçe sürdürdüğü en uzun ömürlü işi budur. 45 yıl gazetecilik yapmış.
Akşehir’de ağır ceza reisi babasının çıkardığı Nasrettin Hoca haftalık dergisi ile gazeteciliğe başlamış. Esas gazetecilik faaliyeti ise Çınaraltı ve İstanbul dergilerinde yazdığı yazılar ve hikâyelerle olmuş. Milliyet gazetesi sahibi Ali Naci Karacan ve Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardıkları Çınaraltı’nda “Sanat Hareketleri” isimli sütunda tiyatro tenkitleri de yazmış.
Gazetecilik çalışmalarına Ankara’da Yenigün Gazetesi’nde devam etmiş, genel yayın müdürü olarak görev yapmış. Vatan Gazetesi’nde yazı işleri müdürü olarak çalışmış. Milliyet Gazetesi’nin spor sayfasını düzenlemiş. Sonra Tercüman Gazetesi, Yeni İstanbul Gazetesi ve Türkiye Spor Gazetesi genel yayın müdürlüğü görevlerini üstlenmiş. Haftalık Yol dergisini çıkarmış. 1983’te Tercüman’da çalıştığı sırada enfarktüs geçirdikten sonra emekliliğini istemiş. Yine de eleştirilerini, denemelerini edebiyat dergilerinde yayınlamaya devam etmiş. Ben de kendisini şahsen Attilâ İlhan’ın Cönk dergisi için yazdığı yazıları getirdiğinde tanımış, hoş sohbetinden az da olsa yararlanma şansına erişmiştim.
Tarık Buğra’nın düşman kazanmaya başlaması Milliyet, Yeni İstanbul, Haber ve Tercüman gazetelerinde yazdığı köşe yazıları ve düzenlediği sanat sayfaları ile oluyor. Tarık Buğra, Milliyet gazetesinde yazdığı yazıların bir kısmını “Düşman Kazanmak Sanatı” (Ötüken Neşriyat) adlı kitapta toplamıştı. O kitapta yer almayan ve 1951-54 yıllarında Milliyet gazetesinde yayınlanan köşe yazılarını da Hatice Bilen Buğra “Vitrinlerin Zaferi” adıyla derlemiş.
Tarık Buğra gazeteciliği, köşe yazarlığını evdeki tencerenin kaynaması için yapılması gereken bir “ek iş” olarak görmüş, her zaman edebiyatı önemsemiş ama yazılarında doğru bildiklerini söylemekten hiçbir zaman kaçınmamış. Yazılarında edebiyattan yola çıkıp tiyatrodan, sinemaya, müziğe, kitaplardan, yeni çıkan edebiyat dergilerine, ödüllere, resim sergilerine, radyolardaki sanat ve edebiyat programlarına, belediyelerin sanat faaliyetlerine, okullardaki edebiyat eğitimine, üniversitelerdeki akademisyenlerin yetersizliğine, kadar farklı konuları ele almış ama dil tartışmalarına özel önem vermiş, her zaman gündeminde olmuş. Dünyadaki sanat ve edebiyat faaliyetlerini de yakından izlemiş, onları da köşesine taşımış. Türkiye’deki durumla karşılaştırmalarını yapmış.
70 yıl önce yayınlanan bu yazılara bugünden baktığınızda aslında hemen hiçbir şeyin değişmediğini, sorunların çözülmeden sürdüğünü, benzer konuların tartışıldığını görüyorsunuz. Örneğin 4 Ocak 1951 tarihli “Sahnelerimizde oynanan telif eser meselesi” başlıklı yazıda İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında sahnelenen eserlerden yola telif eserlerin niteliklerini tartışmaya açmış. Bu tiyatro eserlerini çok kötü buluyor ve “Sahnelere böyle piyeslerle girmenin yolunu benimsemek, en az karaborsacılık ve ihtikâr kadar gayrımeşrudur” diyor.
İzleyen yazı “Küçük hikâye üzerine”, tam da bugünlerde tartıştığımız bir konu üzerine. Hikayeciliğimizin iddia edildiği gibi en iyi aşamada olmadığını, yüzlerce hikâye yayınlandığını ama hikâye diye nitelenebilecek, “eserlerine şahsiyet katabilen” hikayeci sayısının dördü beşi geçmediğini belirtiyor. İzleyen yazıda da iyi şair sayısının da dördü beşi geçmediğini belirtecektir. Peki sen ne okuyorsun, diye sorduklarında ise Sait Faik’in, bir başka yazısında da Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın adını verir. Yeni, özgün, farklı olanı takdir eder. Kafa bağımsızlığına ve özgür düşünceye önem verir. Cesur bulduğu Füreya’nın sanatını da aynı bakışla takdir eder.
Tabii Tarık Buğra’nın düşman kazanmasına, yalnızlaşmasına neden olan bu tür taktir duygularını belirttiği yazıları değil, eşi dostu kayırmadan ve çekinmeden yazdığı ağır eleştirilerdir. Daha ilk yazılarından itibaren, kaybım ya da kazancım ne olur diye düşünmeden, sırf yaptığı işin gereklerini ve kurallarını dikkate alarak yazmış Tarık Buğra. Olaylara, sorunlara ve insanlara, insan ilişkilerine peşin yargılara saplanmadan, objektif olarak, bağımsız bir bakışla bakmaya çalışmış.
Asıl olan eserdir demiş. Eserlerde estetik nitelik aramış. Ama önemli bir ayrıma da dikkat etmiş. Ayşe Olgun’un Hatice Bilen Buğra ile yaptığı söyleşide de belirttiği gibi “Kalem, hasetlerin, hınçların vasıtası yapılmamalıdır” diyor ve ekliyor “Yoksa ilk önce sahibini yere serer”. Hatice Bilen Buğra da cevabında “Tarık Buğra, yazmak isteyenlere, “Başkalarını hor görmek, kötülemek sana zırnık kazandırmaz, olsa olsa zamanını çürütür” diyor. “Başarın ancak yaptıklarına göre ve o kıratta olacaktır. El elden üstündür. Senden iyileri, senden üstünleri daima çıkacak, senin yaptıklarını geliştiren, mükemmele ulaştıran daima bulunacaktır. Deve kuşuna dönmen işe yaramaz, inkârın, sırt çevirişin metelik etmez. Yapan yapmıştır, kimsenin başarısını elinden alamazsın. Sen kendi en güzelini, kendi başarını ara. Onu da kimse senin elinden alamaz. Zamanın sana çalışması için bir şeyler yapman şarttır. ” alıntılarıyla Tarık Buğra’nın, esere ve yazarına nasıl baktığını ve eleştiri anlayışını da açıklamış. (Tarık Buğra edebiyatımızın en samimi yazarıdır (yenisafak.com).
Tahir Alangu, “Cumhuriyetten Sonra Türk Roman ve Hikâyesi” adlı araştırma eserinde; “Tarık Buğra, Said Faik’ten daha yalnız yaşamak zorunda kalmıştır” demiş.
“Bütün alçakgönüllülüğüme, kadir kıymet bilme çabalarıma rağmen kendini beğenmiş sayıldım ve yığınla düşman kazandım. Sevdiğim üç patrondan birisi, rahmetli Ali Naci Karacan bile, gazetesindeki yazılarım yüzünden bana; “Herkesi kendine düşman yapıyor, bütün kapıları kapatıyorsun,” demiştir” diye yazıyor Tarık Buğra.
“Düşünce için, kanaat için düşman kazanmak alınyazısı gibi bir şeydi. Yazarlığım buna göre biçimlendi ve buna göre sürdü. Buna göre de sürecek” diye devam ediyor. “Bu yol, bu tutum, bu ilke bana dostlukların en sağlamlarını, sevgilerin en arınmışlarını da kazandırdı. O kadar ve öylesine ki, ben artık en iyi dost kazanma sanatının düşman kazanma sanatını öğrenmek ve uygulamak olduğuna inanıyorum. Belki zor, belki çetin ve acılarla yüklü bir yol; ama gerçek dostluklar edinmenin ve onlara lâyık olmanın güzel yolu! Deneyen birisi, özellikle gençlere söylüyor: Deneyin. Değer” diye sözünü tamamlıyor.
“Vitrinlerin Zaferi”nde Tarık Buğra’nın dobra anlatımıyla nasıl düşman kazandığının örneklerini sanat ve edebiyat dünyamızın 1950’lerdeki halini görürken, o günlerden bugüne gelen günümüzün tartışma konularının üzerinde bir kez daha düşünmeye fırsat bulacak, Tarık Buğra’ya hak vereceksiniz.
*Vitrinlerin Zaferi, Tarık Buğra, Ötüken Neşriyat.
edebiyathaber.net (24 Eylül 2023)